Yoğun bakım odasının loş beyaz ışıkları, her bir köşeyi soğuk bir gerçeklikle aydınlatıyordu. Sessizliğin içinde ciğerini yakan nefesinin sesi, yaşamını sürdürmeye çabalayan makinelere bağlı ince kablolar, ömrünün son demlerini suni bir biçimde yaşama bağlamaya çabalıyordu. Bedeninin acı içinde titrediğini hissetti. Her nefes alışında göğüs kafesinde derin bir sarsıntı, kemiklerinde ağır bir sızı, her uykusuz gecesinde de bedenini giderek tüketen hastalığının ağırlığı…
O, hayatı boyunca gerek çevresinde gerek de bulunduğu her yeni ortamda neşenin kaynağı, hoş sohbetlerin ana öznesi olmayı başarmıştı. Arkadaşlarının her anında yanlarında olmaya gayret eden, her buluşmalarını neşenin ana öznesi olan, en çok gülen, en çok güldüren oydu. Fakat şimdi, kendi yalnızlığında, son vedasını bekleyen bir adam olarak sadece doktor ve hemşirelerin ziyaret edebildiği bu steril odada yatıyordu.
Yavaşça kapanan gözlerinin ardında, geçmişte kalmış anılarının sıcaklığı yükseldi. Yaşam öyküsü sahne sahne zihninde dolanıyordu. Bu öykünün ana öznesi olan dostlarını anımsadı: Ekin ve Behzat…
Çocukluk yıllarından beri yanında olan, hayatının her evresine bir parçasını bırakmış olan dostları. Hastalığının ilk anından beri de hep yanındaydı bu iki arkadaşı. Onlardan bahsederken aynı anne babadan doğmadığım cankardeşlerim derdi hep.
Özellikle Ekin’in hayatında varlığı ve çocukluklarında kurdukları kardeşlik ahdi ona her zaman derin bir güven duygusu sağlamıştı. Ekin ile aşkı da ayrılığı da aynı zamanda deneyimlemişler, birbirlerinin mutluluklarında da üzüntülerinde de hep yan yana kalmayı başarmışlardı.
Ekin, eşi Esra ile ilk tanıştığında soluğu onun yanında almış, büyük bir heyecanla. “İşte aradığım kişiyi buldum” diyerek mutlulukla hislerini anlatmaya başlamıştı. Esra ile ilk tanıştığında sanki senelerdir tanışıyormuş gibi kaynaşmış, yeni bir kız kardeşe sahip olduğu için çok mutlu olmuştu. Onların evliliklerindeki her adımda Ekin’in yanında olmuş Esra ile olan her güzel anlarında yer edinmeyi başarmıştı. Yer yer Esra, Ekin ile onun muhabbetini tatlı sert kıskansa da hep dostluklarına büyük saygı duymuş aralarındaki kardeşlik bağına çabuk uyum sağlamıştı.
Hastanedeki yoğun bakım odasında aldığı narkotik ağrı kesicilerin tesiriyle, pusa bürünen zihninde Ekin’in Esra ile olan yolculuğunda yanında olduğu anları yeniden yaşarken bu dostluğun sıcaklığını tüm ruhunda hissediyordu. Bu yol arkadaşlığını onların nikah şahitliği ile taçlandırdığı zamanı ve heyecanını hatırlarken, içindeki minnetle birlikte o sağlıklı ve güzel günlere derin bir özlem duydu.
Bir yandan da diğer dostu Behzat’ı düşündü; onunla ilkokul sırasında başlayan dostluğu yıllarca bir gram sarsılmadan sürüp gitmişti. Ekin ve Behzat ile ayrılmaz üçlü gibiydiler.
Behzat kendisine ait bir duruş içinde aralarında hayata en realist çerçevede bakan kişiydi. Ekin ile o, Behzat’ın yanında daha romantik ve melankolik kalıyordu. Behzat’ın mantıkla bakan ve hiçbir zaman yanılmayan yaşama dair öngörüleri ona hayata tutunma noktasında büyük güven verirdi. O, Ekin ve Behzat beraber çocuk olmuş, beraber büyümüş ve beraber yetişkin olmuşlardı. Ölümde de düğünde de hep yan yana kalmayı başarmışlardı.
Behzat, Ekin’in kendisine benzettiği duygusallığının yanında, ağırbaşlı haliyle ona yol göstermiş, hayatındaki fırtınalı denizlerde dinginleştiği ve kendini bulduğu bir liman olmuştu. Kendi iç dünyasındaki tüm karmaşayı Behzat’ın önünde sansürsüzce açabilmiş, fakat Behzat’ın duygularına da hep onun çizdiği sınırlarda ulaşabilmişti. Bu durumdan da hiçbir zaman gocunmamış büyük bir saygı ile yaklaşmıştı.
Behzat’ın nişanlısı Cemre de aralarına katıldığında Esra’yla birlikte yeni bir yenge kardeşi olduğu için çok sevinmişti. Hep birlikte vakit geçirdikleri zamanlarda, dostlarının hayatlarının kadınlarına sevgi dolu gözlerle baktığı sahneler ona içten bir mutluluk hissettirirdi.
Zihninden sevgi ile bezenmiş tüm bu anılar film şeridi gibi parça parça geçerken; vücudunun tamamı sarmış, onu bu yoğun bakım odasına hapsetmiş hastalığın sızısını tüm kemiklerinde hissederek artık onların yanında olamayacağının acı gerçekliği anımsadı.
“Yolun sonundayım artık”, dedi kendi kendine kısık bir sesle. Dimağındaki tüm güzel anıların ardından bir daha bu anılara yenilerini ekleyebilecek zamanı olmadığını anımsadı. Belki de birkaç gün ya da saat içinde mezarı başında bu dostları ona son vedasını gerçekleştirecekti.
Ölümünün ardından onların neler yaşayacağını zihninde canlandırmaya başladı. Bir zamanlar dostlarıyla gülerek konuştukları bir anın ardından gevezelik ederek kurduğu, “Üçümüzden biri öldüğünde, ikimiz onun mezarında olacak ama o göremeyecek…” cümlesi, şimdi ruhunu tüm acı gerçekliliğiyle kavrıyordu.
Gözünde canlanan an yakın zamanda dostlarının yaşayacakları yitirişin bir fragmanı gibiydi. Zihninden anbean geçen sahnede kendini defnedildiği mezarlıkta toprağın altında, dostlarını da mezar başında ona son vedayı gerçekleştirirken gördü. Herkes gitmiş, sadece onlar kalmıştı.
Ekin sessiz ve donuk haliyle gözündeki yaşlarla; Behzat ise omuzlarındaki koca ağırlıkla göz yaşlarını içinde tutmuş bir şekilde mezarın başına çömelmiş kaybettikleri dostunun tahtadan mezar taşına bakıyordu. “Beyler sizi görüyorum, ben hep yanınızda olacağım”, diye haykırmak istedi içinden. Zihni tüm seslerden arınmış, Ekin ve Behzat’a dikkat kesilmişti. Çok net bir halde gözünün önünde canlı olarak yaşıyordu bu ânı.
Ekin, candan dostunu kaybetmenin sarsıntısıyla duyduğu eksikliği en iyi anlayacak tek kişi olan Behzat’a sarılmış, bu iki dost yaşadıkları büyük kayıp sonrası sessizliğin içinde kendi matemlerini tutuyordu. Esra ve Cemre de bir adım geride, o veda anına tanıklık eden sessiz gölgeler gibi duruyorlardı. Herkes susuyordu, ama o kendi mezarının başında dostlarının ruhlarından derinliklerinden dökülen her bir veda cümlesini zihninin dört bir köşesinde yankılanmış bir şekilde duyuyordu…
Yavaşça araladı gözlerini, tekrar yoğun bakım odasının gerçekliğine döndü. Gün hangi gündü? Saat kaç olmuştu? Hiçbirinden haberi yoktu. Zamanının azaldığını hissediyordu. Vücuduna bağlı makinelerin ritmik sesi, kalbinin ritmini kaybetmiş atışlarına eşlik ederken, bedeninde yılların biriktirdiği yorgunluğu tüm uzuvlarında hissetti.
Tüm bu ortamdan uzaklaşmak için sağlıklıyken uykuya dalmadan önce hep yaptığı gibi, hayatı boyunca aradığı, ama bir türlü bulamadığı, sadece rüyalarında görebildiği o siyah saçlı, inci küpeli kızı düşündü. Düşlerinde defalarca onu görmüş, ama gerçek hayatta bir türlü ulaşamamıştı ona.
Kalbinde, hiç gerçekleşmemiş bir kavuşmanın hüznüyle, zihnindeki pusu dağıtıp o güzel yüzü hayal etmeye çalıştı. Göz kapakları ağırlaştı ve yavaşça kapandı. Bedeninde bahar yelinin esintisini hissetti; yoğun bakım odasının soğuk beyazlığı, yerini yemyeşil bir ovaya, çiçeklerin ve kuşların ahenk içindeki sesine bırakmıştı.
Ve işte o, oradaydı… Omuzlarına değen siyah saçları adeta rüzgârda dans eden, inci küpeleri ışıltısıyla gözünü alan, beyaz elbisesi içinde narin adımlarla ona doğru yaklaşan o düşlerinin prensesi…
Yüzünde tatlı bir tebessüm, gözlerinde yılların özlemiyle dolu bir sevgi vardı. Siyah saçlı kız kuğu gibi, yavaş adımlarla yanına yaklaştı ve kendine doğru yavaşça elini uzattı, ince parmaklarıyla onun yorgun ellerini kavradı. O anda, acılarının yok olduğunu, tüm dünyanın yükünün omzundan kaybolduğunu hissetti.
“Geldin, işte yine karşımdasın…” diye fısıldadı, içten ve kırık bir sesle. “Hep seni bekledim. Bunca yıl, her gece seni rüyalarımda gördüm, ama bir türlü karşıma çıkmadın… Neden gelmedin? Neden bulamadım seni?”
Kız başını eğdi narin bir şekilde, derin bir anlayışı yansıdığı yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. “Ben hep yakınında, kalbinin içindeydim. Ben de senin bana kavuşacağın ânı çok bekledim…” dedi yumuşak bir sesle.
“Her gece, her düşünde sana geldim, seni izledim. Ama şimdi buradayım, artık üzülme, korkma!” dedi ve elini tutup naifliğiyle sıkıca sardı.
Etraflarındaki ova Aden Bahçesi gibi serpilmişti önlerine. Çiçeklerin kokusu, yaprakların şarkısı, sanki bir sonsuzluk melodisi gibi çevrelerini sarmıştı.
Kız gözlerinde parıldayan bir ışıltıyla fısıldadı: “Çok yakında tamamen kavuşacağız. Artık hep seninleyim. Seni asla bırakmayacağım…”
O an yaşamı boyunca eksik kalan tüm boşluklarının dolduğunu, içinde taşıdığı tüm korku ve kaygıların bir anda yok olduğunu hissetti.
“Seni bulmak için bir ömür verdim, bin ömrüm olsa onu da gözümü kırpmadan yoluna feda ederim…”, dedi içtenlikle ve devam etti, “İşte kavuştum sana, huzurumdayım.”
Kız, ipek kirpiklerinin altında yeşilliğinin tılsımı ile işlenmiş gözlerindeki sevgi dolu bakışla, “Zaman sadece bir rüyaydı… Şimdi bizim gerçekliğimiz burada başlıyor,” diye yanıt verdi. O an birbirlerine yıllarla kavuşamamış aşıkların sıcaklığı ile sıkıca sarıldılar, etraflarındaki dünya, artık onların lehinde ilerliyordu. Buradaki zamanda ne acı vardı ne de yalnızlık. Sadece ikisi o huzurlu ovanın içinde, sonsuzlukta kucaklaşmışlardı.
Kalbinin düzensiz çizgileri büyük bir sesle sakinleşti ve düz bir çizgiye döndü. Yüzüne huzurlu bir tebessüm çöktü ve acılar içindeki bedeninde son nefesini yavaşça verdi. Hemşireler ve doktor odasına gelip ona baktılar ve doktor ölüm saatini duyurdu: 02:23.
Anıları, düşleri ve yitirdikleri… Hepsi ardında kaldı ve yorgun bedeni nihayet ebedi mekânında dinlenmeye çekildi.