Karanlık Aydınlık
Türklerin milli direnişi, tüm esir halklara İngilizlerin mağlup edilebileceğini gösterdi ve mücadele için bir cesaret verdi. Bunlardan biri de İrlanda’ydı. Tarihçi Pat Walsh, Mustafa Kemal’in ve Milli Mücadelenin İrlanda için nasıl bir ilham kaynağı olduğunu anlatıyor.

Yazar: *Dr. Pat Walsh – Çeviri: Cevri Cemil Göğceli

29 Ekim, 1923 yılında ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü kuruluş yıldönümü demek. Batılı Güçlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklere dayatmaya çalıştığı Sevr Antlaşmasını yenilgiye uğratarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla tanınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Türklerin gelişiminin içsel bir ürünü değildi; o bir bakıma Batılı Güçlerin yüzlerce yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nu sonunda yok etme kararıyla ortaya çıkmıştı.

Bu süreç, büyük bir Müslüman devletin Hıristiyan halkları kendisine tebaa kılmış olmasından rahatsızlık duyan ve ne pahasına olursa olsun, bu Hıristiyan halklardan farklı milletler yaratmaya kararlı olan (Avrupalı) Liberal ilerlemecilerin Osmanlı İmparatorluğu içinde milliyetçiliği teşvik etmesiyle başladı. Milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapsadığı, halkların iç içe geçmiş şekilde yaşadığı, düzen ve refah arayışlarında birbirlerine bağımlı oldukları bölgede teşvik edilmesi en uygun olmayan şeydi.

Batılı Güçler tarafından bölgede teşvik edilmesi, tıpkı teşvik ettiği basitleştirme sürecinin kaçınılmaz sonuçlarına yakalanan Hıristiyanlar için olduğu gibi, yüzyıllardır yaşadıkları beldelerden sürülen Balkanlar’daki pek çok Müslüman unsur için de büyük bir felaket oldu. Yüzyılların büyük Osmanlı Devleti’nin sonunu getirecek olan ise Hıristiyan Avrupalılar arasındaki bir savaş olan Birinci Dünya Savaşı’ydı. Almanya’nın ticari bir güç olarak yükselmesine karşılık olarak Britanya, Avrupa’daki “güç dengesi” politikasına yeniden şekil verdi.

Geleneksel düşmanları olan Fransa (1904) ve Rusya (1907) ile anlaşmalar ve gayrıresmî ittifaklar yapan Britanya, Almanya’nın ticari gelişimini engellemek için bu ülkeye karşı bir Avrupa savaşının kışkırtılmasına zemin hazırlamaya ve bu savaşa katılmaya kararlıydı. İngilizler Çar ile Rusya’nın askeri güçlerinin Almanya’ya karşı kullanılacağı bir anlaşma yaptı. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin geleneksel Britanya politikasında esaslı bir değişiklik gerektiriyordu. Britanya artık Çarın hırslarına karşı Osmanlı’nın bütünlüğünü garanti etmeyecek, aksine, onun yıkımında Rus Çarıyla işbirliği yapacaktı.

İngiliz ve Fransız yanlısı olan Jön Türkler İstanbul’da iktidara geldiğinde, Sultanın Almanya ile daha önceki dostluk ilişkilerinden uzaklaşmaya çalıştı, ancak ilişkileri düzeltmek istedikleri tarafların yağmacı niyetleri göz önüne alındığında bunun imkânsız olduğunu anladılar. Yıkımdan kaçınma çabası onları tekrar Almanya’nın kollarına itti. Batılı Güçler tarafından desteklenen Hıristiyan milliyetçilerin Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbine saldırmasının ve buradaki Müslümanlara yönelik büyük etnik temizlikler, katliamlar gerçekleştirmesinin ardından, Jön Türkler, Osmanlı düzeni içinde bir çeşit Avrupa milliyetçiliğini tatbik etmeye çalışmaktaydı.

Jön Türkler etkili bir sentez bulmakta başarısız oldular ve kapsamlı bir milletleştirme projesinin hayata geçirilmesi için Dünya Savaşı felaketinin yaşanması gerekti. Osmanlı’nın niyeti, İmparatorluğun vazgeçilmez ve çok önemli bir parçası olan Hıristiyan anasırdan kendini arındırmak değildi.

Ne var ki Ermeniler (1915) ve Rumlar (1919), Batı’nın savaş amaçlarının araçları olarak Osmanlı felaketinin beşinci kolu ve yardımcısı haline geldiklerinde, Jön Türkler bu köklü topluluklara karşı kararlı bir şekilde harekete geçti. Almanlar savaştan yıllar önce Osmanlıları bunu yapmaya teşvik etmişti, ancak Osmanlılar neredeyse artık çok geç olana değin bu tavsiyeye direnmişti; sonunda, Devletin mevcudiyeti, cephe gerisindeki bir Ermeni isyanının da yardımıyla İtilaf Devletlerinin üç cepheden birden işgaliyle uçurumun kenarına geldi.

Ermeniler Türklerden daha Avrupalı değildi. Avrupalı olmayan bir dilleri vardı ve Osmanlı Türklerinden daha uzun süredir bu topraklarda yaşıyorlardı. Ancak James Bryce gibi Avrupalılar onlara bir millet olmayı hak eden Batılı bir halk olduklarını ve Osmanlı Devleti içinde yönetildikleri, hatta yüksek mevkilerde işbirliği yaptıkları Türklerden daha yüksek bir medeniyet seviyesine sahip, özel ve Hıristiyan bir halk olduklarını söylemeye başladı.

Dağınık bir halk olmaları, herhangi bir bölgede çoğunluk olmamaları gibi koşullar, kendi üstünlüklerini ilan eden Ermenileri pek rahatsız etmemiş gibi görünüyordu. Ancak milletler devlet kurmak için nihayetinde toprağa ihtiyaç duyardı. Bu durumda, bir Ermeni milli devletine nasıl ulaşılacaktı? Bu, aralarında yaşayan ve Avrupalıların onlar için düşündüğü ilerleme planına uymayanlar için büyük bir endişe kaynağı olarak kaldı. Rum nüfusun, Ermenilerin 1915 yılında Doğu Anadolu savaş bölgesinden acil olarak zorunlu göçe (tehcir) tâbi tutulmasından genellikle rahatsız olmadığını belirtmek gerekir. Osmanlı Türkleri ve Rumlar, doğuya özgü yaşam alışkanlıklarıyla, Balkanlar’da iki halk arasındaki savaşa rağmen Anadolu’da nispeten uyum içinde yan yana yaşamışlardı.

Lloyd George’un Anadolu’daki Rumların, Türk nüfusa karşı cezalandırıcı bir araç olma yolunda bir millete dönüştürülmeleri konusundaki ısrarı, bu topluluğun sonunu getirecektir. Batı, ilerleme adına Osmanlı Devleti’ni parçalamak için milliyetçiliği kullanarak İmparatorluğun Müslüman unsuruna yabancı bir milli proje dayattı. Milletleşme sürecine giren ve geniş toprakları yutmaya çalışan milliyetçi Hıristiyanların yok etmeyi hedeflediği bir halk, karşılaşacağı yıkımı önlemek için başka nasıl tepki verebilirdi? Büyük Savaş sırasında Avrupa’da Türklere karşı büyük bir ahlaki nefret yaratıldı. Britanya, aynı şeyi binlerce farklı şekilde yazmak amacıyla en iyi ve en parlak edebi yeteneklerini bünyesinde barındıran propaganda bakanlığı Wellington House’u kurdu:

Doğu’dan gelen bu barbarların “çuval çuval” Anadolu çölünde bir hapishaneye gönderilmesi gerekiyordu; burada, etraflarında Batı destekli devletler kurulacak olan üstün Hıristiyanlar tarafından yontulacaklardı. Britanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın, Yunanistan’ın vb. askeri gücü bu misyonu gerçekleştirmek için işe sürüldü. Ancak Mustafa Kemal liderliğindeki beklenmedik ve dramatik Türk dirilişi karşısında bu proje başarısızlığa uğradı.

Dikkat çekici bir şekilde, Avrupa’nın bir köşesinde Türklerin destekçileri vardı – Cumhuriyetçi İrlanda! Birkaç yıl önce İrlanda’da Mustafa Kemal (Atatürk), Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi ve Lozan Antlaşması’na giden başarılı müzakereler hakkında coşkulu bir yorum yazısı yayınlandığını keşfettim. Bu yazıyı kaleme alan ve yayınlayan İrlandalıların Mustafa Kemal’i en büyük ilham kaynağı olarak gördüklerini söylemek ve Osmanlı’nın cesedi üstünde tepinmeyi tasarlayan diğer Emperyalist Güçlerin yanı sıra gücünün zirvesindeki Britanya İmparatorluğu’nu yenilgiye uğratarak başardıklarının muazzam öneminin farkında olduklarını belirtmek abartı olmayacaktır.

John Redmond’un İmparatorluk İrlanda’sı günlerinde İrlanda Parlamento Partisi (IPP) ve ona bağlı basını, İngilizlerin dünya anlayışına çok benzer görüşlere sahip olmaya başlamıştı. Bu yeni bir gelişmeydi, çünkü Westminster’daki İrlanda Partisi, İrlanda’ya “Home Rule” kazandırmak için Liberal Partili İngilizlerle ittifak kurmuştu. “Küçük nüfuslu milletler ve demokrasi için savaşın” yaşandığı çeşitli cephelere İrlandalı topçu yemi sağlama çabaları karşılığında bir İrlanda Parlamentosuna sahip olmayı dört gözle bekleyen İrlanda siyasi nizamı, Britanya’nın Birinci Dünya Savaşı siyasetini tartışmasız bir şekilde destekledi ve bunun için propaganda faaliyetlerine öncülük bile etti.

Birinci Dünya Savaşı İrlanda’da sadece Britanya İmparatorluğu kavramlarıyla anlaşılamazdı. İrlanda Partisi, Hıristiyanlıkları dolayısıyla Rumlara ve Ermenilere destek veriyordu; ve elbette Gladstonecu Liberalizmdeki müttefiklerinden edindikleri bir önyargı onları Türklere karşı husumete sevk ediyordu. Ancak 1916’dan itibaren İrlanda’da başka bir akım ortaya çıkacaktı. The Catholic Bulletin (Katolik Bülteni), İrlanda’nın Britanya’dan bağımsız bir varlığa (bağımsızlığa) sahip olması gerektiği görüşünü destekleyen geniş tabanlı bir dinî süreli yayındı; onlara göre, böylesi bir tavırla İrlandalılar, Britanya’nın kendi çıkarları için dünyadaki çatışmaları körüklediği yıkıcı savaşlara katılmak zorunda kalmayacaktı.

Dublin’deki University College’da eğitim bilimleri profesörü olan Timothy Corcoran, The Catholic Bulletin‘in itici gücü ve en önemli yazarıydı. Daha sonra İrlanda Devletini bağımsızlığa götüren Sinn Fein’in Başkanı Eamon de Valera’ya hocalık yapmıştı ve zamanla onunla yakın arkadaş olmuştu. Son Osmanlı Mebusan Meclisi 18 Mart 1920’de Britanya tarafından feshedildi ve böylece Türkiye’de seçimle işbaşına gelen tek organ, 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi oldu. 1919 yılının başlarında Britanya, 1918 seçimlerinden sonra ortaya çıkan İrlanda demokrasisini bastırmaya başlamıştı.

Yaklaşık bir yıl sonra da aynı şeyi Osmanlı Türkiye’sinde yapıyordu. Sarayında İngilizlerin adeta esiri durumuna düşmüş olan Osmanlı Sultanı, bir Ermeni devletinin kurulmasına karşı direniş başlatmaya hazırlanan Türk kuvvetlerini incelemesi ve kendisini bu yoldan çekmesi için Mustafa Kemal’i Doğu Anadolu’ya göndermeye ikna edilmişti. Ancak oraya ulaşan Kemal ordudan istifa etti, direnişçi güçlerle birleşti ve 9 Haziran 1919’da Amasya Protokolü’nü imzalayarak işgali ve onun aracı olarak Sultanı devirme niyetini ilan etti.

İstanbul’daki kukla rejime rakip olan bu güç kaynağı, yeni bir Türk milli gelişiminin nüvesine dönüştü. Mustafa Kemal, Temmuz ayında Doğu Anadolu’da Erzurum’da, ardından da Eylül 1919’da Sivas’ta düzenlenen Milli Kongreye başkanlık etti. Bu toplantılardan Misak-ı Milli ya da “milli sözleşme” çıktı. Bu sözleşme, Mütareke hattının güneyindeki Araplar için kendi kaderlerini tayin etmesi; Boğazlar’ın serbest ticarete açılması; Türk olmayan azınlıklar için tam hakların verilmesi; İmparatorluğun Arap olmayan Müslüman çoğunluklu tüm bölgelerinin (Anadolu, Doğu Trakya ve Musul dâhil) elde tutulması ve Kapitülasyonların kaldırılması temelinde İngilizlere bir çözüm öneriyordu.

Ocak 1920’de, Britanya Kraliyet Donanmasının top menzili içinde çalışmalarını yürüten İstanbul’daki Osmanlı Parlamentosu, Misak-ı Milli’yi desteklediğini ilan etti. İşgalci İngiliz gücü bu gelişmeden çok rahatsız oldu ve Sultana bu gelişmeyi bastırmasını söyledi. Churchill’in açık yüreklilikle ifade ettiği gibi, “Müttefikler (İtilaf) temsili hükümet ilkesine sadıktı: buna göre Türkler tercihlerini yapmıştı ve ne yazık ki neredeyse hepsi yanlış yönde tercihte bulunmuştu.” (David Walder, The Chanak Incident, s. 76)

İngilizler, Osmanlı Hükümetini İtilaf Devletlerinin taleplerine boyun eğmeye zorlamak ve ülkedeki gelişmeleri kontrol altında tutmak adına, 16 Mart 1920’de Mondros Mütarekesi şartlarına aykırı bir biçimde İstanbul’un tamamıyla askeri işgaline girişti. Britanya askeri birlikleri Osmanlı başkentine girdi, şehirdeki Türk milliyetçi liderleri tutukladı ve çeşitli Osmanlı Bakanlıklarını işgal etti.

Parlamentonun önde gelen milletvekilleri ve siyasi liderleri, İngiliz istihbarat subayları tarafından tutuklandı ve parlamento kapatıldı. Türk demokrasisinin temsilcilerinin çoğu Malta’ya hapse gönderildi. Bir hafta sonra Mustafa Kemal Ankara’da, diğerlerinin yanı sıra İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’a yönelik İtilaf Devletleri baskısından kaçmayı başaran milletvekillerinin de katıldığı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açtı. 1920/1921’de Dublin ve Ankara’daki her iki meclis de, onları kapatmaya kararlı ve bunu yapmak için askeri güç kullanmaya hazır olan İngiliz işgal güçleri tarafından saldırıya uğradı.

Dáil (Özgür İrlanda Millet Meclisi) dış ilişkilerle ilgili ilk icraatında, dünyanın diğer özgür milletlerine (Türkiye’nin yeni milli gelişimi de dâhil olmak üzere) bağımsız bir İrlanda Hükümetinin varlığını ilan eden bir mesaj gönderdi. Bu, bağımsız İrlanda Parlamentosu ile Mustafa Kemal tarafından Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi arasındaki ilk temastı. Bu temas, Dáil’in 10 Ağustos 1921’i takip eden bir tarihte Ankara’daki devrimci Büyük Millet Meclisi’ne ilettiği “Dünyanın Özgür Milletlerine Mesaj” aracılığıyla gerçekleştirilmiş oldu.

Mesaj, Ocak 1919’da The Catholic Bulletin‘in editörü J. J. O’Kelly tarafından Dáil’de İrlandaca olarak okunmuştur. Paris’teki Barış Konferansı hem İrlandalılar hem de Türkler için büyük bir hayal kırıklığı oldu. İrlanda, temsilciliklerinin Britanya tarafından veto edildiğini gördü ve Türkler, Türkiye’yi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman topraklarını Batılı Hıristiyan Güçler arasında paylaştıran cezalandırıcı Sevr Antlaşması’na muhatap kılındı. The Catholic Bulletin 1922 ve 1924 yılları arasında Türkiye ile ilgili gelişmeler hakkında önemli bir değerlendirme yayınladı. Özünde dinî bir dergi olan bu yayının on iki sayısında Türklere ayrılan yer yaklaşık yirmi sayfa tutuyordu.

Emperyalist Güçlere karşı mücadelesinde Türkiye’yi destekleyen yorumlar ve Batı’nın Hıristiyan basınının büyük çoğunluğu Yunanlara/Rumlara destek çıkarken, derginin yazarları Yunan işgali karşısında Türklerin durumunu savunmaktaydı. Roger Casement’ı takip eden Cumhuriyetçiler de Ermenilere ne olduğuna dair duydukları hikâyelere derin bir şüpheyle yaklaşıyordu.

Bulletin tüm bunları İngiliz propagandası olarak görüyor, Türk halkına yapılan zulmü anlatıyor ve Türklerin kendi şehirleri olan İzmir’i yaktıkları yönündeki suçlamalara pek itibar etmiyordu. İrlandalı Cumhuriyetçiler, Mustafa Kemal’in milleti için başardıklarından büyük ilham almış ve kendi mücadeleleriyle Türklerin mücadelesi arasında bazı paralellikler görmüştü. Britanya, daha önce Dublin’deki İrlanda Parlamentosuna yaptığı gibi, İstanbul’daki Osmanlı Parlamentosunu kapatmış; Dáil Eireann’daki (İrlanda Meclisi) İrlandalı milletvekillerine daha önce yaptığı gibi, Türk milliyetçisi milletvekillerini tutuklamış ve hapsetmişti.

İrlanda demokrasisinin işlemesini engellemeye çalıştığı gibi, Ankara’daki yeni Türk milli meclisini de yok etmeye çalışmıştı. İrlandalılara yaptığı gibi, Türkleri de kabul edemeyecekleri bir antlaşmaya zorlamıştı. The Catholic Bulletin, Türklerin Ekim 1922’de, Britanya İmparatorluğu’nun gücünün zirvesindeyken ve dünya Britanya’nın ayakları altındayken Çanakkale’de Britanyalıları aşağılamasına dikkat çekiyordu. Bulletin‘e göre, Mustafa Kemal, Britanya İmparatorluğu’nun yenilmez olmadığını kanıtlamıştı. Derginin yazarlarına göre, Türklerin Çanakkale’de kazandığı zafer –her ne kadar bu savaş bugün İrlanda ve İngiltere’de çoğunlukla unutulmuş olsa da– Britanya İmparatorluğu’nun ve genel olarak da Emperyalizmin tarihinde çok önemli bir kırılma noktası olarak değerlendirilmekteydi.

Mustafa Kemal, Emperyalistler tarafından Osmanlı Sultanına dayatılan cezalandırıcı Sevr Antlaşmasını Britanya Kraliyet Donanmasının toplarının ucunda devirmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın diğer galipleriyle birlikte dünyanın en güçlü imparatorluğunu ve onun gücünün doruğundaki ordusunu yenilgiye uğratmıştı. Daha sonra Lozan’da Türkiye’yi bağımsız ve egemen bir devlet haline getiren yeni bir antlaşmayı da bu yolla müzakere edecekti.

The Catholic Bulletin, Türkiye’nin Lozan’daki müzakere becerisinden özellikle etkilenmiş ve bunu, İrlanda’nın 1921 Britanya-İrlanda Antlaşması’nda İngilizlerle müzakere etmedeki başarısızlığı olarak gördüğü, ülkeyi Britanya İmparatorluğu’nun bir parçası olarak bırakan ve milli güçleri birbirine karşı ölümcül bir şekilde bölünmüş olan durumla karşılaştırmıştır. Nisan 1923’te The Catholic Bulletin, okurlarını daha iyi bilgilendirebilmek için alışılmadık bir hamle yaparak Lozan’daki tutanakların resmi (İngiliz) kayıtlarını yayınladı.

Üstelik bunu bir yorum eklemeksizin yaptı, muhtemelen yazı işleri, herhangi bir yoruma gerek olmadığına inanıyordu. Fianna Fail’in kuruluşunda yer alan Antlaşma Karşıtı zihniyete sahip olan Bulletin, Türk ve İrlandalı tam yetkili temsilcilerin İngilizlerle yaptıkları anlaşmalardaki performanslarını karşılaştırmaktaydı. Bulletin‘e göre, Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük olumlu gelişmesi, Mustafa Kemal’in Türk milletini Emperyalist Güçlerin boyunduruğundan kurtarıp bağımsızlığa kavuşturması ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasıydı.

Bu, Cumhuriyetçi İrlanda’nın, İrlanda Cumhuriyeti’ni sona erdiren ve yeniden Britanya İmparatorluğu içinde bir İrlanda devleti kuran 1921 Antlaşması’nın sınırları içinde sadece hayretle izleyebildiği büyük bir olaydı. Serbest ya da Özgür İrlanda Devleti 1924 yılında, Antlaşmayı imzalayarak geri döndüğü İmparatorluğa karşı yükümlülükleri olduğunu dehşetle öğrendiğinde feci bir şok yaşadı.

Teknik olarak hâlâ Türkiye ile savaş halindeydi ve bu savaşı sona erdiren Antlaşmayı onaylamak zorundaydı. Britanya’nın tek başına imzaladığı Lozan Antlaşması, İmparatorluğa Boğazlar’ın tarafsızlığını ihlallere karşı savunma sözü veriyordu ve İmparatorluk artık İrlanda’yı da kapsıyordu!

1 Temmuz 1924’te Dışişleri Bakanı Desmond Fitzgerald, Lozan Antlaşması’nın onaylanmasının kabul edilmesi için bir önerge sundu. İrlandalılar 1921’de Antlaşmaya boyun eğdiği sırada, Mustafa Kemal, Britanya İmparatorluğu’nun artık eskisi gibi yahut göründüğü gibi olmadığı gerçeğini gözler önüne sermekteydi. Türkler, Britanya İmparatorluğu güçlerini layıkıyla mağlup etti ve bunun sonucunda, The Catholic Bulletin, Mustafa Kemal’i 1923 yılında “Yılın Adamı” seçti ve Birinci Dünya Savaşı felaketiyle paramparça olmuş bir dünyada iyimserliğin en büyük nedeni olarak selamladı.

The Catholic Bulletin‘in 1920’ler ve 1930’lar boyunca İrlanda’daki İngiliz etkisine karşı yürüttüğü amansız fikir savaşı nedeniyle eleştirildiğini gördüm. Bu eleştiriler, elbette, bu fikirleri İrlanda’da yeniden tesis etmek isteyenlerden geldi – böylece İrlandalılar dünyayı Britanya Devleti’nin görmemizi istediği şekilde görecek ve bugünkü geleneksel tarafsızlık politikasını terk edecekti.

Bulletin‘in tarihini çalışan günümüzde tek bir tarihçi vardı, o da yakınlarda (2022’de) aramızdan ayrılan Fr. Brian Murphy, OSB idi. Britanya İmparatorluğu’nun çöküşü, Türk bağımsızlık savaşının başarıya ulaşması ve Britanya’nın Çanakkale’de küçük düşürülmesiyle başladı. Dolayısıyla bunun, İngiliz gücünün düşüşe geçmesi durumunda Antlaşmayı bozmak isteyen İrlandalılar için önemli sonuçları oldu.

Mustafa Kemal’in başardıkları, Britanya tarafından kendilerine dayatılan Antlaşma kısıtlamalarını kabul etmeyen İrlanda’daki Cumhuriyetçilere ilham kaynağı oldu. Cumhuriyetçiler, ilerleyen yıllarda de Valera ve Fianna Fail liderliğinde güç kazandı ve Britanya’nın Atatürk’le karşı karşıya geldikten sonra artık eskisi kadar güçlü olmadığının bilinciyle Antlaşmaya meydan okumaya ve onun altını oymaya başladılar.

Birçok kişi sadece bir Antlaşmanın imzalanmasının bunu halledeceğini düşünürken, The Catholic Bulletin‘nin yaptığı şey bağımsız İrlanda’nın kurulmasında çok önemliydi. Bağımsız İrlanda 1921’de bir gerçek değildi; bunun için çeyrek yüzyıl daha çeşitli şekillerde mücadele edilmesi gerekti. The Catholic Bulletin, Çanakkale ve ardından Lozan’da yaşananları, dünya meselelerinde ve İrlanda’nın Britanya İmparatorluğu’yla gelecekteki ilişkilerinde önemli etkileri bulunan bir dönüm noktası olarak açıkça gördü.

Bu anlayış, takip eden yirmi yıl boyunca Eamon de Valera ve Fianna Fail tarafından, Mustafa Kemal’in Türkiye için başardığını İrlanda için başarmak üzere harekete geçirildi. Bağımsızlığın özünü elde eden İrlanda, tıpkı Türkiye Cumhuriyeti gibi, İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsızlığı seçti. Mustafa Kemal Atatürk olarak– bir Türk milli devletinin inşasını gerçekleştirdi. Bu, Osmanlı geçmişi büyük ölçüde reddedildiği ve Anadolu dışında çok az şey Türkiye olarak anlam ifade ettiği için yeniden keşfedilen bir Osmanlı İmparatorluğu değildi.

Osmanlı Devleti’ni oluşturan çok sayıda dil milli bir dil lehine bir kenara bırakıldı, sadeleştirildi ve okuryazarlığa yardımcı olmak için Arap alfabesinden Latin alfabesine geçildi. Cumhuriyetçi bir yönetim şekli ve parlamenter demokrasi getirildi, ancak gerçek bir muhalefetin Atatürk’ün kendisi tarafından tanıtıldığında bile zor olduğu kanıtlandı. Toplumun tüm alanlarında Batılılaşma, laiklik ve modernleşme Atatürk tarafından (ve onun kişisel örneği aracılığıyla) topluma öğretildi. Halifelik kaldırıldı ve geri kalmışlığın başlıca nedeni olarak görülen İslam’ın önemi azaldı.

Atatürk ve devleti, Batı müdahalesi ve yağmasından korunmak için modernleşmeye çalışan Müslüman dünyasının büyük bir kısmı için bir model haline geldi. Ancak tüm bunlar gelecekte, 1923’te oldu. Milliyetçilerin, Osmanlı Hanedanının ve Halifeliğinin bir zamanlar güçlü olan yapısını kolayca yıkabilmelerinin makul nedenleri vardı. Sultanın hükümetinin imzaladığı Sevr Antlaşması’nın etkisi Trakya’nın Yunanlara, Doğu Anadolu’nun Ermenilere, Adalya’nın İtalyanlara ve Kilikya’nın Fransızlara verilmesi olacaktı ve İstanbul, sonsuza kadar Türk egemenliğinin dışında “uluslararasılaştırılmak” üzere kaybedilmiş olacaktı.

Türkiye silahlı kuvvetlerinden yoksun bırakılacak ve sadece ismen bağımsız bir devlet olmaktan çıkacaktı. Lozan Antlaşması ise durumu Türkler lehine tersine çevirmiştir. Milliyetçiler, tamamen kendi çabalarıyla Türk halkını bir araya getirerek Yunanları İzmir ve çevresinden kovmuş ve Anadolu’nun Batılı Güçler arasında paylaşılmasını engellemişti. Kapitülasyonlar kaldırılmış ve Batılı Güçler tarafından Türk devletini istikrarsızlaştırmak için araç olarak kullanılan dinî azınlıklar sorunu çözümlenmiştir.

The Catholic Bulletin‘den 1923-24 yıllarında Britanya İmparatorluğu ve Türkiye ile ilgili alıntıları tekrar okuyan okurlar, dünyada ne kadar az şeyin değiştiğini ve değişenin sadece Batı tarafından kendilerini yok etmek üzere istismar edilen ülkelerin isimleri olduğunu hemen fark edeceklerdir.

DİPNOT:

* Bu makale ilk olarak 11 Eylül 2023’te Dr. Pat Walsch’ın websitesinde yayınlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir