Karanlık Aydınlık
Daniel Steinmetz-Jenkins, siyaset teorisyeni Wendy Brown ile son kitabı Nihilist Zamanlar üzerine konuştu. Brown’a göre, yüzyıllardır değerler üzerindeki dini otoritenin aşınması, bilim ve aklın başarılı alternatifler sunamaması ve çağdaş yaşamın ticarileşmesi nedeniyle nihilist zamanlarda yaşıyoruz.

Röportaj: *Daniel Steinmetz-Jenkins – Çeviri: Nurgül Senem Yörük

Nihilist Zamanlar adlı son kitabında siyaset teorisyeni Wendy Brown, Donald Trump’ın seçilmesinden bu yana Amerikan toplumuna damgasını vurduğunu düşündüğü, ancak kendisinin daha uzun süredir oluşmakta olduğunu düşündüğü siyasi ve akademik ethos üzerine bir düşünce sunuyor. Brown’a göre, yüzyıllardır değerler üzerindeki dini otoritenin aşınması, bilim ve aklın başarılı alternatifler sunamaması ve çağdaş yaşamın ticarileşmesi nedeniyle nihilist zamanlarda yaşıyoruz. Sonuç, aynı anda kişiselleştirilen, siyasallaştırılan ve araçsallaştırılan insani değerlerin krizi oluyor.

“Karma etiketlere, tampon etiketlerine, bahçe tabelalarına, geçici grup kimliklerine veya reklam yemlerine sıkıştırılan değerler… derinliklerini ve dayanıklılıklarını… ahlaki düzeni şekillendirme kapasitelerini kaybediyor. “Dolayısıyla, hakikatin değeri de dahil olmak üzere değerlerle ilgili esaslı demokratik tartışmalara yönelik yasal ve popüler vaatlerde düşüş; bunların yerine polemik ve güç politikalarının yükselişi söz konusu.

O halde ne yapmalı? Brown bu sorulara yanıt verirken ünlü Alman sosyolog Max Weber’in Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda verdiği iki ünlü konferansa başvuruyor: “Bir Meslek Olarak Siyaset” ve “Bir Meslek Olarak Bilim”. Bu konferanslar, Weber’in nihilizmin hem bilimsel hem de siyasi çalışmalar üzerindeki etkilerine dair düşüncelerini ve her ikisinde de temel değerleri savunmaya yönelik çabasını ortaya koyuyor.

Brown ile çağdaş nihilizm anlayışı, Weber’in neden ihtiyaç duyulan rehber olduğu ve üniversiteyle akademisyenlerin bugün toplumda nasıl bir rol oynaması gerektiği hakkında konuştum.

Daniel Steinmetz-Jenkins


Daniel Steinmetz-Jenkins: “Nihilizm”, tıpkı “yapıbozum” gibi, yaygın kullanılan, ancak eski akademik kullanımından oldukça farklı bir şeyi çağrıştıran felsefi kavramlardan biri. Bu kavramın mevcut siyasi durumu tanımlamak için uygun olduğunu savunuyorsunuz. Ama bununla özellikle neyi kastediyorsunuz? Hangi anlamda nihilist zamanlarda yaşıyoruz?

Wendy Brown: Nihilizm günümüzde yaygın olarak, yaşamın kendisi de dahil olmak üzere, dünyadaki hiçbir şeyin anlamı olmadığının düşünüldüğü bireysel bir karanlık, umutsuzluk veya sinizm tutumu olarak anlaşılıyor. Genellikle bıkkınlık veya depresyonla ilişkilendirilmekte, ancak o saldırgan bir türdür, bu yüzden punk ve okullara silahlı saldırılar onun bilinen kültürel ifadeleri arasındadır. Bununla birlikte, nihilizmi kuramsallaştıran zengin bir gelenek var; bu gelenekte bıkkınlık ve umutsuzluk yalnızca semptomlardır ve nihilizmin köklerini ya da onun bütününü yakalayamazlar. Nietzsche ve erken dönem Rus varoluşçuları Tolstoy ve Dostoyevski ile ilişkilendirilen bu gelenekte nihilizm, modernitenin doyurucu, tarihsel ve kültürel bir koşulu, Aydınlanmanın teşvik ettiği dini otoritenin çöküşüne özgü bir durumdur.

Burada ne oluyor? Dini otorite zayıfladıkça, hakikatin değeri de dahil olmak üzere, tüm değerlerin temelleri çatırdıyor. Bilim ve akıl dini hakikatin yerini almaya başladığında, değerler dayanaklarını kaybeder, çünkü bu yeni güvenilir bilgi biçimleri değerlerin temeli olarak dinin yerini almaz ve kendileri de değer sunamaz. Tolstoy’un bize hatırlattığı gibi, bilim bize şeylerin nasıl işlediğini söyler, ama herhangi bir şeyin ne anlama geldiğini ya da onu nasıl yargılamamız veya ona nasıl değer vermemiz gerektiğini değil. Benzer şekilde akıl da hesaplamamıza, düşünmemize, analiz etmemize ya da irdelememize olanak tanır, ama nihai bir anlam ya da değer sunamaz. Dolayısıyla Avrupa modernitesiyle birlikte ortaya çıkan yeni hakikat kaynakları, yeni dünyalar inşa etmekte güçlüdür ama aynı zamanda dine bağlı yerleşik anlam kaynaklarını ve değer yargılarını da ortadan kaldırır.

Nihilizm sorunu, Tanrı’dan (ya da doğadan) gelen değerler çağı ile anlam ve değerin insan yaratımları, yargıları, tanımlamaları olduğuna dair geniş kabul arasındaki boşlukta ortaya çıkar. Nihilizm, anlam ve değerlerin dışsal, insan dışı temelleri yoksa, o zaman var olmadıklarını varsaydığımız bu aradaki kültürel, politik ve bilgi durumunu ifade eder. Nihilizmin dini melankolinin bir ifadesi olduğunu bile söyleyebiliriz; kesinlikle hâlâ dini bir çerçeveye sıkışmış durumda – dünyanın anlamsız olduğu ya da hayatın anlamsız olduğu düşüncesi anlam yaratmayı bizden, kendimizden başka bir şeye atfediyor.

Dini otorite zayıfladıkça, hakikatin değeri de dahil olmak üzere, temel değerler ölmez, daha ziyade mutlak statülerini kaybeder ve sonuç olarak biraz sersemleşir. Bilimsel bilgi ve onun hakikati değerden, anlamdan ve dolayısıyla “iyi” sorusundan ayrıdır. Değerlerin değeri azaldığında, değerler yok olmaz; ama önemsiz, değiştirilebilir, araçsallaştırılabilir hale gelir – en uç noktada, markalaşma ve güç amaçlarına indirgenirler. Günümüzde değerlerin şirketler, etki-üreticiler ve politikacılar tarafından nasıl kullanıldığının hikâyesi budur.

Örneğin herkes Big Oil’in sürdürülebilir bir gezegen inşa etmediğini, ancak kendisini bu şekilde markalaştırmanın gerekli olduğunu biliyor. Tıpkı herkesin Trump’ın Hıristiyan olmadığını ama kendi gücünü artırabilecek bir Evanjelik Hıristiyan tabanı keşfettiğini ve bunun da narsisizmini beslediğini bilmesi gibi… Benzer şekilde, destekçilerinin çoğu Trump’ın 2020 seçimlerini kazanmadığını biliyor, ancak bu gerçek ona olan tutkulu bağlılıklarıyla alakasız kalıyor. Tüm bu unsurlar –araçsallaştırılmış değerler, narsisizm, benliğin ötesinde bir amaç tarafından yansıtılmayan saf bir güç isteği, gerçeğin ve olgusallığın önemsizliği, gündelik yalan ve suç– nihilist zamanların ifadeleri. Bu durumda, değerler hâlâ ortalıkta dolaşıyor (deyim yerindeyse hâlâ havadalar); ancak derinliklerini, ciddiyetlerini ve eyleme rehberlik etme ya da kendi suretlerinde bir dünya yaratma yeteneklerini kaybetmiş durumdalar. Güç, markalaşma, itibar çalışması, narsistik ve diğer duygusal tatmin araçlarına indirgenmiş haldeler; yani değerler bugün “erdem sinyalciliği” dediğimiz şeye dönüşmüş durumda.

Bu aynı zamanda nihilizmin bir başka özelliğini, yani duygusallığı akla teslim etmeyi reddetmeyi ve daha genel bir disinhibisyon durumunu da gündeme getirir. Nietzsche ve Freud’un bize öğrettiği gibi, değerlerin yaptığı önemli şeylerden biri de vicdanı ve buna bağlı olarak eylem hakkında düşünmeyi güvence altına almaktır. İnsani değerler, kendimizde ve başkalarında neyi onaylamamız ve neyi onaylamamamız gerektiğini bilmemiz için rehberlerdir. Dolayısıyla nihilist zamanlarda olduğu gibi değerler hafiflediğinde, vicdan ve onun kısıtlayıcı gücü de hafifler. Vicdan artık eylemi ya da konuşmayı engellemez – her şey serbesttir/mubahtır. Buna bağlı olarak, ikiyüzlülük artık kamuya mal olmuş kişiler için bile ciddi bir ahlaksızlık değildir.

Son olarak, nihilizm sınırlarda kırılmalar yaratır ve her şeyi hiper-politikleştirir. Bugün kiliseler, okullar ve özel hayatlar siyasallaşmış durumda. Ne tükettiğiniz, ne yediğiniz, kimi izlediğiniz ya da takip ettiğiniz, nasıl giyindiğiniz… Bunların hepsi politik olarak etkileniyor, ama esaslı yollardan ziyade aptalca yollarla. “İptal kültürü” (yine siyasi yelpazenin her tarafında) bunun bir parçasıdır, çünkü bir söz, bir kabul ediş, bir görünüm, siyasi bir olay haline geliyor ve buna yanıt vermek siyasi bir eyleme dönüşüyor! Bu, bireyselleştirilmiş ve önemsizleştirilmiş siyasettir.

Max Weber de Nietzsche, Tolstoy ve Dostoyevski okumaları sayesinde nihilizm hakkında bu şekilde düşünmeye başlamış ve bu, kitapta odaklandığım bilim ve politika hakkındaki ünlü konferanslarının ufkunu belirlemiş. Weber, hem değerlerin yaratılmasında insan sorumluluğunda ısrar ederek hem de onları korumayı amaçlayan alanlar arasındaki sınırları dikkatlice yeniden belirleyerek nihilizmden bir çıkış yolu çizmeye çalışıyordu. Weber’in meslek olarak bilim ve siyaset üzerine verdiği ünlü konferanslardan bu yana geçen yüz yılda muazzam bir şekilde büyüyen nihilizm sorununa ilişkin bu ciddiyet, bu metinde onunla yakından ilgilenmemin de nedeni…

DSJ: İçinde bulunduğumuz anı anlamak için Weber’in düşüncesine güvenmek konusunda ihtiyatlı olmak için nedenler olabilir mi? Ne de olsa Weber, güç politikalarını benimsemiş bir Alman milliyetçisiydi; hatta Jürgen Habermas, Üçüncü Reich’ın sözde monarşist hukukçusu Carl Schmitt’i “Weber’in doğal oğlu” olarak tanımlamıştı.

WB: Başka bir akademisyenle –birçok farklılık ve anlaşmazlık yaşayabileceğiniz biri de dahil olmak üzere– birlikte düşünmek ne anlama gelir? Biriyle, özellikle de Weber gibi güçlü bir muhatapla düşünmek, onun düşüncesine “güvenmek” değil, daha ziyade onun içgörüleri ve kışkırtmalarıyla uğraşmak, sorunlara yaklaşımı ve bu sorunları ele almadaki sınırlılıkları üzerine düşünmek anlamına gelir. Benim için bu, Marx, Adorno ya da çağdaş eleştirel teorisyenlerle düşünmek için olduğu kadar Weber’le düşünmek için de geçerli. Sadece uyum içinde olduğunuz teorisyenlerle çalışamazsınız. Bu entelektüel yansıtma ya da taklittir, düşünme değil. Ayrıca sosyal ve politik teori tarihini politik turnusol testlerine tabi tutamazsınız. Kimse geçemez ve bu, okumaya ve öğrenmeye yaklaşmanın aptalca bir yoludur.

Açıkçası siyasi muhaliflerle, özellikle de ölü muhaliflerle entelektüel angajmanlardan duyulan kaygı beni şaşırtıyor. Neden bu kadar korkuyorsunuz? Bu bana antientelektüel bir duruş gibi geliyor; bu duruşta kişi angajman tarafından esir alındığını ya da çağrışım tarafından katrana bulandığını hayal ediyor. Bu açıdan, tam da bilgi ve siyaset arasındaki nihilist kopuşa, entelektüel sorgulama ve kamu gücü arasındaki az önce özetlediğim çizginin silinmesine işaret ediyor – sanki başkalarının düşüncesiyle meşgul olmak onlarla müttefik olmak ya da onlarla birlikte durmakmış gibi. Aristoteles Platon’la birlikte düşünmekten korkuyor muydu? Marx, Hegel ya da Ricardo ile? Arendt Heidegger, Augustine ya da Machiavelli ile? Ya da çağdaş kuramcılar (ırkçı ve kadın düşmanı) Arendt ile mi? Martin Luther King ile Sokrates? Paul Gilroy ile Hegel? Hayır. Bu muhataplarla barikatlara gider miydiniz? Hayır!

Bununla birlikte, teoriye yönelik “alet çantası” yaklaşımını onaylamıyorum; bu yaklaşımda, kabul edilmemiş öncülleri veya çıkarımları da dahil olmak üzere, daha büyük argümanları dikkate almadan teorilerden sadece kavramları veya ifadeleri koparırsınız. Bu uygulama teoriyi kavramlara, mecazlara veya pozisyonlara indirgeme eğilimindedir ve teorinin ışıltısını, potansiyel olarak radikal veya eleştirel bir perspektiften tüm bir dünyayı aydınlatma kapasitesini feda eder. Aynı zamanda, ilgilenilen spesifik formülasyonun veya problematiğin derin politikasını da gözden kaçırır; böylece değerli bir düşünürle derinlemesine etkileşimin sağlayacağı düşünce zenginliğini engeller. Dolayısıyla dikkatli, bağlamına uygun okuma önemlidir, ancak bu bir düşünüre boyun eğmekle aynı şey değildir.

DSJ: Kitabınız Weber’in Bir Meslek Olarak Siyaset kitabında inanç ahlakıyla sorumluluk ahlakı arasındaki farklar üzerine yaptığı ünlü tartışmaya büyük önem veriyor. Weber, değerlerin sürekli arttığı modern bir dünyada, kişinin siyasetini “saf inanç ateşine” dayandırmasının sadece naif ve etkisiz değil, aynı zamanda tehlikeli derecede sorumsuzca olacağını öne sürmüştür. Weber’e göre pasifizmin günahı buydu. Eğer bir şeyin başarılması isteniyorsa, farklı değerlerin akıllıca ve anlayışlı bir şekilde yönetilmesine imkân tanıyan bir sorumluluk ahlakının benimsenmesi gerektiğini savunmuştur. Sizce de günümüzde sorumluluk ahlakı –bir tür daha az kötü zihniyeti– her türlü askeri macerayı meşrulaştırmak için kötüye kullanılmıyor mu? Yani, Demokrat Parti’nin savaş karşıtı ve pasifist kanatlarını öldüren Weber’in mantığı gibi bir şey değil mi?

WB: Ne zaman biri cümleye “Sizce de…” diye başlasa, benim için alarm zilleri çalıyor. Sağduyu olarak geçen bir inançla sınandığınızı bilirsiniz. Weber’in siyasi sorumluluk ahlakının temelde merkezci ve uzlaşmacı olduğu ve her Sol projeyi otobüsün altına ittiği yönündeki inancınıza bir göz atalım.

Öncelikle, Weber’in siyasete yönelik “sorumluluk ahlakı” sizin “daha az kötü zihniyet” dediğiniz şey değildir. Tam tersine; Weber’in siyasi aktörün mesleği olarak tanımladığı şey, belirli bir davaya derin bir bağlılık ile siyasetin her zaman olumsallık içeren tekil bir alan olduğunun –eyleminiz onu motive eden şeyle çelişen sonuçlar doğurabilir– ve aynı zamanda her zaman şiddetin kanatlarda olduğunun, çünkü siyasetin öyle olduğunun kabul edilmesiydi. Siyasi yaşamın bu iki özelliği –siyasi eylemin temelde sonuçlardan bağımsız olması, dolayısıyla onu harekete geçiren saf bir ilke ya da hedeflediği son tarafından gerekçelendirilememesi ve şiddetin onun değişmez unsurlarından biri olması– birlikte sorumluluk ahlakının kalbinde yer alır.

Weber’e göre ahlaki açıdan, bir siyasi aktör, eğer sadece erdemi yerine getirmiyorsa ya da o çukurda kendi egosunu tatmin etmiyorsa, siyasetin bu iki özelliğine sürekli olarak dikkat etmelidir. Ancak bu gereklilik radikal bir davanın peşinden gitmeyi ortadan kaldırmaz. Aksine, ahlak, aktörün davasını politik bir şekilde takip etmesini talep eder – ihtimallere ve eylemin ortaya çıkarabileceği şeylere karşı uyanık olarak, özellikle de sadece devlet şiddeti veya diğer korku gösterileri değil. Elbette bu, kişinin davasıyla ilgili taktiksel olması, ancak her şeyden önce politikada büyüklenmekten, narsisizmden ve ahlaki saflıktan kaçınması, kısacası politikayı tiyatro ya da kilise ile karıştırmaması, kendi ruhunu kurtarması için bir nasihattir. Weber, siyasi alanın bağlamına ve içeriğine özgü bir ahlak kurgularken, tribünlere ve yüksek ahlakçılara da dürtüleri için daha az tehlikeli ve dikkat dağıtıcı olacakları bir sahne bulmalarını söylüyor. Günümüzde pek çok harika Sol aktivistin erdemli eylemler ve söylemlerle meşgul olduğu düşünüldüğünde, bu nasihat bana oldukça isabetli geliyor. Aynı zamanda Weber’in deyimiyle “saf güdülerle” ya da amaç/amaç çerçevesinden hareket eden antifa gibi gruplar için de geçerlidir.

İkinci olarak, bu ahlak, sizin ifade ettiğiniz gibi “farklı değerlerin akıllıca ve anlayışlı bir şekilde yönetilmesi” ile ilgili değildir. Yönetimle hiçbir ilgisi yoktur ve kendisi de değer-çoğulcu bir ahlak değildir, ancak siyasi dünya görüşlerinin “doğru” değil, daha ziyade derin kanaatler olduğunu kabul etmeyi içerir. Bunlar diğer derin inançlarla çatışacak ve yalnızca güç –bilim ya da hakikat değil– siyasi alanda birinin ya da diğerinin üstün gelmesine izin verecektir. Bu tür bir tanıma, aktörlerin Weber’in sorumluluk ahlakını karşılaştırdığı iki ahlaktan geri adım atmasına yardımcı olur. Nihai amaçlar ahlakı (devleti somutlaştırma çabasında her türlü aracı meşru kılan tutkulu bir milliyetçilik, komünizm veya neoliberalizm gibi) ve inanç ahlakı (siyasi etkileri veya sonuçları ne olursa olsun, her eyleme rehberlik eden şiddetsizlik veya Hıristiyan sevgisi ilkesi gibi). Bu ahlak türleri kötü ya da yanlış değildir; sadece olumsallık, mücadele ve şiddet potansiyelinin onları kolayca karşıtlarına ya da dehşetle suç ortaklığına dönüştürebileceği siyasete uygun değildir.

Son olarak Weber, sorumluluk ahlakı ile sadece siyaset ve diğer alanlar arasındaki sınırı aşındırmakla kalmayan, aynı zamanda ciddi bir dünyevi amaç yerine narsisizmi ve yalın bir güç istencini serbest bırakan nihilizme karşı koymaya çalışır. Ahlak, özellikle böyle bir amacın peşinden gitmeye ve bireysel hazları resmin dışına çıkarmaya bağlıdır. Yine, mesele ılımlı davalar talep etmek değildir –Weber en büyük siyasi davaların, özellikle de karizma ile ilişkili olanların her zaman devrimci olduğunu bilir– ama siyasi yaşamın kendine özgü doğası ve koşulları konusunda net olmaktır.

DSJ: Weber elbette inanç ahlakını Marksizmle de ilişkilendirmiştir. Onun Marksizm eleştirisine katılıyor musunuz? Bunu şundan soruyorum; çünkü neoliberalizm eleştirisi üzerine yazdığınız son yazılar ilham almak için Marx’tan çok Weber’e ve Foucault’ya bakıyor gibi görünüyor.

WB: Weber’in Marksizm eleştirisine katılmıyorum, ancak Marksist bir kapitalizm anlayışı için sunduğu tamamlayıcı yorumlara değer veriyorum. Herkesçe bilinen Protestan ahlakı tezi kadar değil, kapitalizmin yönetim gücü ve meşruiyetinin rasyonellik biçimlerine bağlı olduğunu takdir etmesi ve sermayenin araçları amaçlardan (işçiyi sahibinden, üreticiyi üründen vb.) ayırmasının verimliliğine, dolayısıyla gücüne nasıl katkıda bulunduğunu takdir etmesine… Tüm bunlar sermayenin ve onun birbirini izleyen yinelemelerinin Marksist eleştirisini zenginleştirmeye yardımcı oluyor.

Ama belki de Weber’in Marksizm eleştirisini değil, neo-Marksist devrimci duruşlara, özellikle de kendi Alman çevresinin devrimci Bolşevizmine yönelik eleştirisini soruyorsunuz. Oldukça nitelikli bir şekilde, evet, Weber’in devrimlerin ve sonrasında yaşananların politik olanı çağırdığı, politik alanda gerçekleştiği ve politik olarak güvence altına alındığı yönündeki görüşünü takdir ediyorum. Dolayısıyla Sovyet gulaglarından Latin Amerika’daki Sol diktatörlüklerine kadar her şey omlet metaforları veya araç-sonuç gerekçeleriyle açıklanabilecek şeyler değildir.

Devlet şiddetinin bu biçimleri devrimin ortaya çıkışının bir parçasıdır ve biz sosyalist devrimcilerin sorumlu olduğumuz şeylerin bir parçasıdır. Bu eski bir nokta: Siyasi iktidar sorunu, Marx’ın sermaye birikimi üzerine yaptığı çalışmalarda kendi kaygılarından büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Vârislerinin ve takipçilerinin birçoğu da siyasi iktidar sorununa ve onun şiddetle iç içe geçmesine çok az ilgi göstermiştir. Ancak siyasi iktidar hiçbir zaman ortadan kalkmaz, bu da yeşil demokratik sosyalizmdeki “demokratik”i çözmenin “yeşil” ve “sosyalizm”i çözmek kadar önemli olmasının bir parçasıdır. Weber bize bunu hatırlatan pek çok 20. yüzyıl düşünüründen yalnızca biridir.

DSJ: Weber’in karizmanın siyasi liderlik için kesinlikle gerekli olduğunu düşündüğünü açıklıyorsunuz. Bunu, modern yaşamın insan özgürlüğünü boğan bürokratikleşme ve rasyonelleşmesinden bahsetmeksizin, arzunun siyasette oynadığı kaçınılmaz rol nedeniyle yaptı. Bugünün sağcı hareketlerinin de bunu anladığını ve karizmayı siyasi avantaj olarak kullandığını gözlemliyorsunuz. Liberaller karizmayı ve arzunun siyasette oynadığı rolü benimseme konusunda neden bu kadar isteksiz – ki bu zihniyetin çoğu zaman yenilgilerini garantilediğini söylüyorsunuz?

WB: Barack Obama ve Bill Clinton’ın her ikisi de kendi tarzlarında karizmatikti elbette, ancak aynı zamanda siyasi olarak o kadar ılımlıydılar ki liberaller karizmanın sadece oy toplamak için olduğu, neoliberalizmin ve prosedürcülüğün, politikadan vazgeçmek bir yana, meselenin özü olduğu gerçeğiyle rahatlayabiliyorlardı.

Liberallerin karizmaya, hatta güçlü liderliğe şüpheyle yaklaşmasının o kadar çok nedeni var ki! Faşizmden duyulan liberal kaygı ve popülizmden duyulan liberal korku elbette var, ama aynı zamanda rasyonel prosedürlere ve kurumlara olan sıradan liberal bağlılıklar ve hepsinden önemlisi İyi, Doğru ve Makul olanın İlerleme ile aynı hizada ve ona bağlı kalacağına dair süregelen bir inanç da var. Liberaller siyasette arzu ve duygulardan da, heyecanlı, mobilize kitlelerden de büyük ölçüde korkarlar.

Tüm eleştirilere rağmen, liberallerin ve solcuların çoğu hâlâ akıl ve hakikatin kendi taraflarında olduğuna, ancak olmadığına ve demokrasinin akıl ve hakikatle aynı çizgide olduğuna, ancak olmadığına inanmaktadır. Elimizde olan şey bir dizi vaatten ibaret. Eğer iklim felaketini kontrol altına almak ve faşizmden kaçınmak istiyorsak, bunu hızlı bir şekilde hesaba katmalıyız. Alternatif bir siyasi ve ekonomik düzene dair ikna edici vizyonlar oluşturmalıyız – “çıkarlara” ya da rasyonaliteye değil, daha iyi bir dünya için halkın arzu ve özlemlerine dayanan ve bu arzu ve özlemlerin mevcut ifadelerinin çoğunu yeniden yorumlayan ya da yeniden yönlendiren vizyonlar…

Neden mi? Orta sınıf ve işçi sınıfından Beyazların demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışması ve ayrıcalıklarından geriye kalanları korumak için okul müfredatından ilerici vergilendirmeye, mültecilere ve göçmenlere yönelik makul tepkilere kadar her şeye meydan okuması son derece anlaşılabilir. Bu görüşlerin önermelerini inekler eve gelene kadar çürütebiliriz. Ancak yalnızca daha az korkutucu ve güvensiz bir geleceğe dair ikna edici bir vizyon, herkesi ilerici ya da devrimci bir alternatif geleceğe dahil edebilir ya da apolitik yurttaşları bu geleceği yaratma projesi için harekete geçirebilir. Bu vizyon baştan çıkarıcı ve heyecan verici olmalı, baştan çıkarıcı ve heyecan verici liderlik ve hareketlerde somutlaşmalı ve bir sorumluluk ahlakı tarafından yönlendirilmelidir.

DSJ: Weber’in Bir Meslek Olarak Siyaset kitabında karizmaya yaptığı vurgu, Bir Meslek Olarak Bilim kitabında akademik hayatı rasyonalite, disipliner titizlik, dünyadan elini eteğini çekme ve benzeri şeylerle sınırlayan mesajının tam tersi gibi görünüyor. “Akademik ve siyasi yaşam arasında bir hendek olması elzemdir” derken bir anlamda bu görüşe katılıyorsunuz. Bunu akademisyenlere yönelik apolitik bir yaklaşım olarak gören ve nihayetinde siyasi statükoyu desteklemeye hizmet eden eleştirilere nasıl yanıt verirsiniz?

WB: Titiz bir eleştirel analize bağlılık neden statükoyu yıkmak yerine “desteklesin”? Siyasi pozisyonlar üzerine düşünmek için siyasi alanın karmaşasından uzaklaşmak neden mevcut durumu onaylamakla sonuçlansın? Aksine, akademik alanın yoğun bir şekilde siyasallaşmasına izin vermek, “siyasi statüko” dediğiniz şeyi yeniden üretme olasılığını artırır ve aynı zamanda akademik sorgulamanın onu araştırma ve sorgulama potansiyelini de feda eder.

Weber siyasi değerleri sınıf tartışmalarından veya akademik analizlerden çıkarmıyor, ben de çıkarmıyorum. Onun reddettiği şey, ister kürsüyü kürsü olarak kullandıklarında güçlerini kötüye kullanan öğretim üyeleri, ister siyasi görüşlerinin dini inançlar gibi kişisel, dokunulmaz, tartışılmaz addedilerek muamele görmesini isteyen öğrenciler olsun, değerleri sorgulamaktan ziyade yaymaktır. İki alan arasındaki “hendeğin” amacı, nihilizmin yaptığı gibi ucuz bir şekilde siyasallaştırılmadan bilginin peşinden gidilebilecek bir alanın yanı sıra değerlerin incelenebileceği bir alanı da korumaktır. Düşünmek, keşfetmek, incelemek ve bu deneyim tarafından potansiyel olarak geri alınmak için bir alan üretmektir.

Weber’e göre, bilgi alanında nihilizmi aşmak, diğer şeylerin yanı sıra, öğrencilere değerlerin insan yapımı ancak belirleyici olduğunu öğretmeyi içerir. Değerler gökten inmez ya da doğadan, bilimden veya mantıktan çıkmaz, ancak insan olmanın –kişinin kendi hayatını yaratması ve dünyanın yaratılmasına katkıda bulunması– ne anlama geldiğinin merkezinde yer alırlar. Bu nedenle, ister bir metinde, ister bir katılımcıda olsun, sınıfta patlak vermeleri, sadece onlara “saygı duymak” veya “dengelemek” ya da birbirleriyle “rekabet etmelerine” izin vermek için değil, eylemlerini ve zorunluluklarını incelemek için bir fırsattır; bunların hepsi sadece nihilist bozulmalarını devam ettirir.

Bilimsel bilginin ve öğretimin her zaman iktidarla iç içe olduğunu söylemeye gerek yok. Gerçekler her zaman yorumlanır ve söylemsel olarak düzenlenir; yöntemlerin siyaseti vardır; bilgide tarafsızlık saçmalıktır. Bilgi asla nesnel, politikadan, çerçevelemeden ve konumlandırmadan bağımsız değildir. Bununla birlikte, ister devletlerin, ister ticari çıkarların, ister kilisenin, ister devrimci bir hareketin, isterse de belli akademik çevrelerin olsun, hiçbir şey ciddi bir entelektüel çalışma için siyasi bir program tarafından yönetilmek kadar yıpratıcı olamaz. Yine de hiçbir şey siyasi başarıya, akademik sorgulama ve yaratıcı düşüncenin gerektirdiği bitmek bilmeyen düşünümsellik, eleştiri ve açıklıktan daha uygun değildir. Aralıksız eleştirel düşünme siyasi etkinliği yoksullaştırır, tıpkı aralıksız siyasallaşmanın eleştirel sorgulamayı yoksullaştırması gibi.

Weber’in sıkıştırılmış anlatımıyla: “Sınıftaki kelimeler tefekkür toprağını gevşeten saban demirleridir; siyasi alandaki kelimeler ise düşmanlara karşı kılıçlardır, silahlardır.” Ya da Stuart Hall’un sözleriyle ifade edecek olursak: Akademik alanda olgusallık sorununu inceler, anlatıları analiz eder ve anlamın içsel kaymasını keşfederiz; siyasi alanda ise olguları kullanır, hegemonik bir anlatıyı güvence altına almaya çalışır ve anlamın kaymasını engelleriz. Bu alanları birbirine karıştırmak her ikisini de tehlikeye atar. Karışıklık aynı zamanda Weber’in çizdiği ve ayrılıkla kaçmayı amaçladığı nihilist sınır yıkımının da etkisidir. Weber bunun yerine bizi değerleri çok önemli ancak temelsiz olarak görmeye, siyaseti değerler üzerindeki mücadele olarak anlamaya ve akademiyi sadece teolojik-politik hakikatleri iddia etmek için değil, onları sorgulama ve öğrenme, eleştirel olarak düşünme ve hatta eleştiriyle yıkılma yeri olarak görmeye davet ediyor.

DSJ: O halde, akademiyi liberal aktivizmin yuvası olmakla suçlayan sağcı eleştirmenler nerede yanlış yapıyor? Başka bir deyişle, akademik sorumlulukla ilgili argümanınızı akademik özgürlük meselesine nasıl bağlıyorsunuz?

WB: Bazı (hepsi değil) sol eğilimli öğretim üyeleri ve öğrenciler az önce bahsettiğimiz “hendeği” reddettiği ölçüde, bu eleştirmenler haksız değil. Ancak sağ kesim de bunu reddediyor; sınıfları ve kampus kültürünü yönetmek için sol değerlerin yerine sağ siyasi değerleri yerleştirmek istiyor. Sorun orası için de hâlâ aynı.

Elbette akademik özgürlük son derece önemli, özellikle de sağcılar bunu yok etmeye çalışırken. Akademik özgürlüğü, öğretim üyelerinin araştırdığımız, yazdığımız ve öğrettiğimiz şeylerde iktidarın –dini, siyasi ve ekonomik– müdahalesinden kolektif biçimde özgür olma hakkı olarak savunmalıyız. Bugün, bu kolektif hakkı Amerikan üniversitelerindeki öğretimin dörtte üçünü gerçekleştiren öğretim görevlileri, adjunct (ders-başı ücretli dışarıdan) öğretim görevlileri ve ders anlattırılan lisansüstü öğrencileri için de genişletecek stratejilere ihtiyacımız var. Tüm bunlarla birlikte, akademik özgürlükle ilgili kaygıların pedagoji ve araştırmayla ilgili her şeyi bastırmasına veya çerçevelemesine izin vermemek önemlidir; buna bugün neyi ve nasıl öğretmemiz gerektiği, burslarımıza nasıl yaklaştığımız, sınıfta siyaseti nasıl ele aldığımızla ilgili sorular da dahildir. Diğer tüm haklar gibi akademik özgürlük de güce karşı bir korumadır, pozitif bir program değil.

DSJ: STEM alanlarının (Bilim, Teknoloji, Mühendislik, Matematik, çev. n.) “mesleki eğitimi… her şeyin üzerine çıkardığı” için demokrasi üzerinde baltalayıcı bir etkisi olduğunu belirtiyorsunuz. Ne anlamda?

WB: STEM alanları demokrasiyi baltalamıyor. Aksine, sadece iş eğitimi veya “yatırımın geri dönüşü” olarak çerçevelenen üniversite –her ikisi de yükseköğretimin diğer bölümleri pahasına STEM alanlarına aşırı vurgu yapar– demokrasinin altını oymaya katkıda bulunur. Neden mi? Çünkü bu çerçeveleme, çağımızın büyük sorunlarını ve çıkmazlarını kavrayıp analiz edebilecek bilgili, düşünceli demokratik vatandaşlar yetiştirmede yükseköğretimin değerini gizlemektedir.

Demokrasilerde vatandaşların kendi kendilerini yönetmeleri beklenir. Günümüzde böyle bir yönetimi mümkün kılmak için vatandaşların çeşitli bilgi türlerine ve analitik kapasitelere sahip olması gerekir. Sosyal ve beşeri bilimlerdeki çalışmalar gibi bilim ve teknoloji anlayışı da önemlidir. Eğer içinde yaşadığımız dünyayı anlamazsak kendi kendimizi yönetemeyiz. Eğitimsiz demokrasiler her zaman tehlikeli olmuştur; onları organize eden güçler ne kadar karmaşıksa ve bu güçleri temsil eden medya ne kadar donanımlıysa bu sorun o kadar ciddi hale gelir.

DSJ: Üniversitenin siyasallaşmasının ve siyasette değerlerin önemsizleşmesinin her ikisinin de seviyesini düşürdüğünü öne sürüyorsunuz. Hangi anlamda?

WB: Bu yıl akademide neler olduğuna bir bakın: Sadece İsrail’e yönelik eleştirileri engellemek ya da katrana bulamak için tasarlanan sözde anti-Semitik söylemler (“nehirden denize”) hakkındaki samimiyetsiz tartışmaları düşünün. Elbette bu tür argümanlar gerçek anti-Semitizmin önemini ve özünü azaltmakta, Filistinlilerin yaşamlarını söylemsel olarak ortadan kaldırmakta ve akademik yaşamın alamet-i farikası olması gereken rasyonel sorgulama ve tartışma imkânını radikal bir şekilde kısıtlamaktadır. Ya da şimdi DEI’nin ve Harvard’ın başındaki Siyahi bir kadın akademisyenin erdemleri hakkında bir tartışmaya ya da “yanlış adımları” hakkında bir ağıt yakmaya dönüşen, ancak özünde sağcılar tarafından elit üniversitelere karşı hesaplanmış ve organize bir hareket olan Claudine Gay fiyaskosunu düşünün. Her ikisi de güç politikalarının değerler üzerindeki açık siyasi mücadelelerin yerini almasının yanı sıra değerlerin araştırılması ve tartışılması gereken akademik alanları ele geçirmesinin de örnekleridir. İşte bu nedenle nihilizmin ve sonuçlarının, nihilist semptomları yeniden tanımlayan kutuplaşmış veya hakikat-sonrası toplumlara dair açılan bezgin lakırdılardan çok daha fazlasını aydınlattığını düşünüyorum.

DİPNOT:

* Bu röportaj 10 Ocak 2024’te The Nation’da yayınlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir