Karanlık Aydınlık
Dr. Hasan Aksakal’dan Michel Tournier’in Cuma ya da Pasifik Arafı kitabı üzerine bir inceleme: Biraz Hegel, biraz Weber: Robinson Crusoe ve Cuma’nın hikâyesi bize ne söylüyor?
Konuk Yazar : Dr. Hasan Aksakal (ha_aksakal@yahoo.com)*

Daniel Defoe’nin günümüzden yaklaşık üç yüz sene önce yazmış olduğu Robinson Crusoe adlı romanı hemen hepimiz okumuşuzdur. Issız bir adaya düşen hayali kahramanın, kaderin bir oyunu sonucu karşısına çıkan genç bir yerliyle yaşadıklarını anlatan ve roman türünün ilk olgun örneklerinden biri sayılan bu eser, birçok defalar yeniden kurgulanarak sinema filmi, tiyatro, çizgi roman ve hatta karikatür olarak, insanların dikkatine sunuldu. Elimizdeki kitap da, bu yeniden yorumlayışlardan biri..

Fransız yazar Michel Tournier’nin, Defoe’den 250 yıl sonra, 1967’de kaleme aldığı ve Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçedeki 3. basımının 2004 yılında yapıldığı orta ölçekli (224 sayfalık) bir metin. Dilerseniz, klasik Robinson Crusoe’dan hareketle, Tournier’in, Crusoe’unun hikâyesini niçin Cuma’yı eserin başlığına taşıyacak kadar öne çıkararak anlattığını sorgulamakla kitaba dair bazı değerlendirmelerde bulunmaya başlayalım.

* Tournier, Michel (2004), Cuma ya da Pasifik Arafı (İstanbul: Ayrıntı Yayınları).

Defoe’nin eskimeyen hikâyesi, büyük ölçüde Beyaz Adamın keşifler çağından sonraki üstünlüğü ile yerel kültürlerin karşılaşması üzerine kurulmuştu. “Öteki”yi, kutsal bir misyon dolayısıyla tanımak ve onu eksiklikleriyle kabul etmek, üç yüz yıl öncesinin İngiliz yazarı için garip gelmeyecek kadar sıradandı. Beyaz Adamın inanç, zekâ ve çalışkanlık bakımından üstünlüğünü sorgulamak için çok az sebep vardı. Oysa sonraki birçok yeni Robinson karakteri, biraz da değişen dünya görüşleri ve kültürel farklılaşmalar sebebiyle, ilgilerini Cuma’ya, adaya ya da bu üçü arasındaki ilişkiye doğru çevirecekti…

Nitekim Tournier’nin yaklaşık 50 yıl önce Cuma ya da Pasifik Arafı’nı yazarken yaptığı da tam olarak buydu. Böylesi bir yeni yorumsamanın ardına pek çok şey sıralanabilir. Örneğin, o yıllarda yükselen Üçüncü Dünyacı siyasî dalgalanma gibi, ırkçılık konusundaki tartışmaların bir kırılma yaşaması gibi, Fransa’nın Cezayir’deki, ABD’nin Vietnam’daki yüz binlere tek bir hak tanıması ve onun da ölme hakkı olması gibi ya da Fransa’da her geçen gün varlıkları daha “görünür” olan Afrikalı Siyahî insanları anlama ve onları “Fransızlık” nosyonu içinde bir biçimde anlamlandırma gayreti gibi…

Tournier’nin niyetlerini okumak bir noktadan sonra birincil önemini yitirdiğinden, biz şimdi romana yoğunlaşarak, eserde ne gibi kültürel motiflerin ön plana çıktığını ve bunun alt okumalarının ne anlamlara gelebileceğini bulmaya çalışalım…

Her şeyden önce, belirtmek gerekir ki, hikâyenin büyük ölçüde Defoe’ninki ile örtüştüğünü akılda tutmamız gerekiyor. Genç bir İngiliz, Şili açıklarında, fırtına sonucu batan bir gemiden kurtulan tek kişi olarak, ıssız bir adaya düşer. Gemiden kurtarabildikleriyle bir müddet burada tutunur. Ayrıca aklî melekelerini korumak için türlü uğraşlar edinir. Öbür yandan günler, haftalar geçtikçe kazadan haberdar olunduğuna ve birilerinin gelip kendisini kurtaracağına dair umudunu yitirir.

Çırılçıplak, bir adada tek başına en baştan bir hayat kurmak zorunda olduğunu kabullendiğinde izlediği yol, büyük ölçüde okura insanlık tarihinin serüvenini hatırlatır. Önce hasat ve av dönemi, sonrasında gemi ambarından kurtardıklarını ekerek tarımsal faaliyetler ve hayvanî besinler aşaması…

Yalnız ve zeki bir adamın, biraz da maharet sahibi olması neticesinde ortaya bir düzen çıkmaya başlar. Sabırla, gayretle, akılla ve tabii ki gemiden çıkan İncil’in yol göstericiliğiyle Robinson’un kurucu, düzenleyici, ehlileştirici Batı zihniyetini temsil eden belli başlı yansımaları şahsında taşıdığını bize göstermektedir. Bu genç adam sürekli bir keşif hâlindedir. Kendini yeniden gözden geçirirken, doğada en bakir halleriyle onu karşılayan pek çok şeyle kurduğu ilişki, bazen abartılı gelse de, sıfırdan başlamanın Hz. Adem kıssasına atıflarda bulunulabilecek kadar sıra dışıdır.

Bilinmeyen türde bitkiler, yemişler, hayvanlar ve buna karşı keskin zekâsıyla birçok sorunu halledebilen bir adam… Ada, tüm bu tehlikelerine rağmen, kendisine göre şekillendirilmeli, kendisi için kullanılmalıdır. Nitekim öyle de olur. Her geçen gün yaşam alanını genişletir, gidilmedik yer bırakmaz, öğrenilmedik sır kalmaz ve ona hâkim olma isteğini belli bir ölçüde gerçekleştirir –tıpkı Beyaz Adamın coğrafi keşifler sonrasında yaptığı gibi. Öbür yandan Robinson, insanlıktan çıkmakla burun buruna yaşadığının farkındadır ve kâinatın temel taşının “Başkası” olduğunu idrak eder. Başkasından mahrum oluşu, Robinson’un düşünce dünyasında, görmediği her şeyi “mutlak anlamda bilinmeyen” derekesine indirirken, bulunmadığı her yerde derin bir gecenin hüküm sürdüğüne inanmaya sevk eder.

* İllüstrasyon : N. C. Wyeth (1882–1945)

Bu yalnız kalmışlığı gidermek için Weber’in Protestan Ahlâkı’nda dile getirdiği türden bir gayretkeşlikle delicesine çalışır ve tasarruf eder. Hektarlarca çayır ve ormanı tarıma elverişli hâle getirip eker, arıcılık yapmaya başlar. Takvim ve saat düzeneği oluşturur. Çoğu anlamsız kanunlar belirler. Tatlı su, tuzlu su balık havuzları oluşturarak, reçel, marmelat yaparak zenginleşir. Kendine gerçek anlamda bir ev yapmaya girişir, her şeyi bir yerlere not etmek ve her şeyin bilgisine vâkıf olmak gibi iddialı ve hırslı bir noktaya varır. Bu ıssız adada, kölesiz efendiliği, sınırsız özgürlüğüyle bütünleşir. Yine de, “bir başkası”na ihtiyaç duymaktadır. Bir kadın?

Robinson, giderek bütünleştiği toprağı kendi dişisi olarak görmüş ve cinsel ihtiyaçlarını, toprağa ya da ağaç kavuklarına açtığı deliklerle görmektedir. Bir süre sonra bıraktığı insan tohumlarının, bir tür bitki olarak toprakta can bulması onun adaya dair duygu ve düşüncelerini kökten değiştirir. Hayalle gerçek arasındaki gidiş-gelişleri onun adanın çeşitli yerlerinde kadın vücudunu görmesine yol açar. Yer ile gök arasındaki bu ârafta çıldırmaktan korkar. Bugünden birine değilse de, gelecekten birilerine hitap edebilmek amacıyla seyir defteri tutar, böylece düşüncelerini zamanın silici gücüne karşı koruma altına alır.

Derken, bir gün yakınlarda bir yerlerde olduğunu tahmin ettiği bir adadan, kurban merasimi için bir dizi yerli gelir ve bu “vahşi düşman” karşısında Robinson teknik üstünlüğünü kullanarak, yani barut ve tüfekle, öldürülecek genç yerliyi kurtarır. Bu aşamada, hikâye yeni bir aşamaya geçer. Kahramanımızın meçhul bir boşlukta asılı kalan hayatı hızla değişecektir.

Ancak kendinden başkasına doğru kaçarak var olabilecek durumdaki Robinson, Tanrı’nın ona arkadaş olarak gönderdiği genç vahşiyi eğitir. Pek zeki olmasa da, can borcuna sadık kalan ve efendisine biat eden bu köle, onun geldiği uygarlığın üstünlüğünü anlamaktan çok uzak olsa da, yalnızlığını aşmasına yardımcı olur. Türlü haylazlıkları, akılsızca davranışları onun azgelişmişliğini gösterirken, efendi bazen şiddet kullanarak –ama onun iyiliği için– bazen de eğiterek terbiye ettiği bu genç Siyahî ergene içten bir sevgiyle bağlanacaktır. Bir arada geçen yıllar içinde, efendi-köle ikilemi esnemeye başlar. Emir ve yasaklar geri plana doğru itilirken, Cuma adını verdiği genç, üretebilme kabiliyetine sahip olduğunu göstermeye başlar.

Bu sırada olgunlaşan Robinson, içindeki hükmetme ihtirasını bastırması gerektiğini ve öfkenin insanı daima yanlış eyleme ittiğini özümser. Cuma’ya dostça yaklaşmayı o da öğrenmektedir artık. Birlikte türlü belalardan, maceralardan geçmelerinin ardından Tanrı’nın, kendisininkinden farkı ama en az kendisininki kadar güzel yarattığı bu insan-varlık için, birlikte geçen yıllar boyunca ne denli yanlış değerlendirmelerde bulunduğunu anlar. Cuma, ondan daha aşağı değildir aslında; o sadece Beyaz Adamdan daha farklıdır. Anatomik olarak, zihin-duygu durumu olarak, ilkel kabalığına rağmen bozulmamış sevimliliğiyle, düzen ve eğlence anlayışıyla, sadece farklıdır ve bu kabul edilmeyi bekleyen bir vakıa olarak artık Robinson’un gözü önündedir.

* İllüstrasyon : N.C. Wyeth (1882-1945)

Bu farklılık, bir yandan bir uyuşmazlık yaratsa da, aslında kendinden başkasının tam anlamıyla Cuma olmasına da yol açmaktadır. Zira Cuma, yaptıkları ve yapmadıklarıyla, uygar insanın egemenliğini sarsan, onun otoritesinin içini boşaltan ve hatta onu kendisine razı gelmeye, olduğu gibi kabullenmeye mecbur bırakan bir yapıdadır. Efendinin kim, kölenin kim olduğunu sorgularken, Robinson iyiden iyiye iplerin Cuma’da olduğunu keşfeder. Efendiliğinin meşruluğu için kölesine kölelik derecesinde muhtaç ve bağımlı bir efendidir Robinson artık!

Bu aralarındaki ilişkinin insanca olması yolunda çok büyük bir keşiftir. Artık Cuma da Robinson’a kızabilmeli ona yanlış yaptığını düşündüğü bir konuda karşı çıkabilmelidir. Nitekim öyle de olur ve kişilik çatışmaları görülür. İki ergin insan vardır artık adada… Bu erginlik hâli, ikisine de yarayacaktır. Hayır diyebilme hakkı, karşı çıkabilme hakkı, Cuma’nın köleliğini, Robinson’un ise hükümranlık ve efendilik iddiasıyla geçirdiği yılların vicdanî yükünü ortadan kaldıracak kadar devrimcidir ve bu düzeni deviren, Cuma’nın ta kendisidir. Cuma, bu ıssız adadaki ilerici güç olmuştur artık…

Bu arada, Robinson’un inançları büyük ölçüde değişmiş ve koyu Püriten mizacı giderek hümanitaryen bir çizgiye gelmiştir. Seyir defterindeki notlarda, İncil’den yapılan alıntılar yerini Güneş, yıldızlar ve çeşitli pagan tanrılara bırakmıştır. Skolastik ya da Reformcu düşünceler, geride kalmış daha seküler unsurlar yaşamsal önem arz eder olmuştur Robinson için. Bu huzura kavuşmakta olan Beyaz Adam, dinginliği melezleşmekte, –bugünün ifadesiyle– çok-kültürlü bir dünyayı kabul etmekte bulmuştur ve özgür ruhu, neşelenecek bir şeyler bulmaktaki mahareti ve ironisi sebebiyle Cuma’ya benzemek istemektedir. Uzayan sakalını kesmekle, iyiden iyiye bronzlaşmış teniyle, artık hepten Cuma gibi görünür olacaktır. Ve bundan böyle, ada çorak bir toprak, Cuma ehlileştirilmesi gereken bir vahşi olmaktan çıkarak, sürekli şaşırtan bir zenginlikler bütünü olmaktadır.

* İllüstrasyon : N.C. Wyeth (1882-1945)

Cuma’nın Robinson’un üzerinde uyandırdığı etki, Cuma’nın Robinson’dan edindiğiyle karşılıklıdır. Bu, insana susamışlıktır… Robinson’un yazdıklarıyla söyleyecek olursak, “ilksel hâle dönüşmüş olarak, el yordamıyla, selameti doğanın temel güçleriyle ruhanî birliktelik” arayışıdır… Bu, bu adada edindiği her şeyi, büyük bir panteist duygu seli içinde kucaklama isteğidir. Bu, ilkel koşulların yarattığı, tabiat anaya âşık romantik-hümanist modern insandır…

Ancak günlerden, aylardan, yıllardan sonra bir gün, ada yakınlarında bir gemi belirecektir. Tatlı su ihtiyacı için görevlendirilenler, bu iki kişilik dünyayla karşılaştıklarında olanlar olur. 28 yıl, 2 ay, 19 günlük ada yaşantısı gerçeği, Robinson’un zihninde büyük bir şok yaratır.

Ölmemiş, delirmemiş, kendince bir düzen kurmuş ve vahşi bir insanı bir dosta çevirmiş bu adam, yol ayrımında fazla oyalanacak ölçüde kararsız değildir artık. Gelen başka Beyaz adamların adaya nasıl tecavüz ettiklerine, savaşları birer kahramanlık hikâyesine dönüştürdüklerine ve nasıl para için yaşadıklarına bakıp, buradaki dünyasının yoksul ve bakir koşulları karşısında artık, 28 yıldan fazladır yabancısı olduğu “o dünya”ya ait olmadığını kısa sürede anlayacaktır.

* İllüstrasyon : N.C. Wyeth (1882-1945)

Ruhunu uzun süre çöl güneşinde dövmüş Zerdüşt gibi, bu insanların kirli kaynaşmalarının içine girip, kutsal bir mücadele vermek ona göre değildir artık. Robinson, bu 28 yılla birlikte yaşını hatırlar, ansızın gücünü yitirdiğini hisseder. Köle ticaretinin nasıl kârlı bir iş olduğunun anlatıldığı gemi personeline güler yüzle teşekkür edip, ne kaybettiği alışkanlıkları geri kazanabileceği, ne de kazandığı yeni alışkanlıkları terk edebileceği düşüncesiyle adasına döner. Ancak sabaha fark edeceği hakikat, 28 yılda inşa ettiği hakikati yıkacaktır…

Yıllardır uygar dünyanın nimetlerini eski efendisi ve yegâne dostu Robinson’dan dinlemiş olan Cuma, bu tehlikeli Beyaz adamlarla birlikte meçhul bir geleceğe doğru açılmayı seçmiştir.

İnsanlık trajedisi muhtemelen işte burada yatmaktadır. Zira Cuma da, tıpkı genç Robinson’un yaptığını yapmakta ve sadece başka dünyaların var olduğu bir yerlere gitmek istemektedir. Öğrendikleri, onu kendi hikâyesini anlamlı kılmak adına, gidip en baştan bir düzen kurmak adına mücadele vermeyi gerektirmektedir. Cuma, bir Faust değildir, Cuma en çok da Robinson tarafından anlaşılması gereken biridir. Her şeyi yeniden öğrenmesi, her şeyi yeniden kavraması ve sindirmesi gerekecek olan bu yolculuk, Cuma’nın kişisel evrimi için, Robinsonlaşma aşaması için lâzım gelen bir hamledir…

Ancak bunlar Tournier’nin çok da dile getirmediği düşünceler olarak, okurun izlenimleridir. Cuma’nın da bilgeliği edinmek için böyle bir maceraya girişmesi anlaşılabilir olmalıdır. Bu, kendisini seven bir dostu bulduğu ilk fırsatta terk etmek değildir. Bu, bana kalırsa, Speranza adasında Robinson’un kendi emeğiyle kurmak istediği bir Güneş Ülkesi, bir Ütopya diyarını, kalabalıklar içinde Cuma’nın da kendi meşrebince kurmaya çalışması hakkını değerlendirmesidir.

Cuma, tüm eksiklerine rağmen, Robinson’un onu değiştirdiği kadar, Robinson üzerinde dönüştürücü bir güç olmuştur. Masumca ve yüzeysel etkisi, aslında derinlerde ne denli saf ve ilksel bir karakter taşıdığını ortaya koyarak müthiş bir insan resmi sunmuştur efendisine.

Robinson’un kurduğu düzenin zaaflarını ortaya koyan ve bu düzeni yıkmayı başaran doğal güçtür Cuma. Belki Beyaz Adam kadar teknik bilgiye sahip değildir, belki başka hayatlar hakkında hiçbir şey bilmemektedir; ama içindeki hikmet kültürü ve doğanın içinde, doğayla uyumlu yaşayabilme kudreti onu, hiçbir şeyin olmadığı o metafizik yerde Robinson’dan üstün kılmaktadır.

Muhtemelen hikâyenin başlıca karakterinin Cuma olmasını gerektiren faktör de bu “çıplak” gerçektir. Tournier’nin kitabı, “Survivor” gibi ıssız bir adada hayatta kalma kurgusu üzerine bina edilmiş televizyon programlarının büyük rağbet gördüğü bir dünyada, eğitimle, kültürle, teknik bilgiyle Robinson olmamız gerektiği kadar; insancıl özellikler, doğayla bütünleşecek ölçüde ona uyum göstermek ve gülümsemeyi bilmek bakımından da bir miktar Cuma olmamız gerektiğini hatırlatıyor. Bu bakımdan kıymet arz eden, aydınlatıcı bir kitap olarak Cuma ya da Pasifi Arafı okunmayı hak ediyor.

 

DİPNOT
*[1] 2011’de Ayraç Dergisi’nde çıkan bu yazı, yazarın izniyle yayınlanmıştır.
Kapak  görseli: Crusoe meets with Friday, William Dickes (1719)
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir