Karanlık Aydınlık
Tuğba Ece Eralp, Yahya Kemal’in Yeni İnci Mecmuası’nda Türk kadını üzerine yazdığı bir yazıya mercek tutuyor ve bize şairin Şark kadınına bakışını anlatıyor: “Hayalî Doğunun hayalî kadınları: Yahya Kemal’in bir yazısının düşündürdükleri”

Yirminci yüzyıl Türk edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı 1884 yılında Üsküp’te doğmuştur. Annesi dindar bir kadın olan Yahya Kemal’in babası alafranga yaşama daha yakındır. Bu kültürel çatallanma içinde, daha baskın olan babanın tercihi gibidir: Aile yaşamında alafranga bir salonda otururlar ve alafranga bir masa ve iskemlelerde yemeklerini yerler.

Mahalle mektebine devam ettiği yıllarda Yahya Kemal üç yıl boyunca okuma yazma öğrenememiştir. Bu sorun, dönemin Üsküp valisi Ahmed Eyüp Paşa’nın yeni usûlde Mekteb-i Edeb adında bir okul açtırmasının ardından, babasının küçük Agâh’ı oraya naklettirmesiyle çok kısa sürede hallolur.[1]

Babasının memuriyeti dolayısıyla Selanik’te ve Üsküp’te bir süre idadiye devam eden Ahmed Agâh, zamanla okuma merakını güncel gelişmelerle takviye ederek İkdam ve Sabah gibi İstanbul gazetelerini, mecmualarını düzenli olarak takip etmeye başlar. Bir süre sonra İstanbul’a gelip bir akrabalarının yanında yaşamaya başlayan genç Agâh, bu büyük şehirde sosyalleşmeye çalışırken Şekip adlı bir Jön Türkle tanışır.

Bu kişi çevresindeki gençlere “bizde bir gencin yapacağı tek işin, bir yolunu bulup Paris’e kaçmak ve orada yaşamak olduğu” telkinlerinde bulunup durmaktadır.[2] İmparatorluğun dağılmaya yüz tuttuğu yıllarda her alafranga yaşama aşina olan pek çok Osmanlı Türkü gibi, Ahmed Agâh da hayallerini süsleyen sanatçılar, bilginler şehri Paris’e gitmeye can atar. Hatıralarında, “o zamanlar memleketi bir zindan, Avrupa’yı ise nurlu bir âlem” gibi gördüğünden ve Şarkın göreneklerini kollayan binlerce insan tarafından her yerde “asrî” gençlere dikilen bakışların kendisini de çok tedirgin ettiğinden bahsetmektedir. Kısacası, Ahmed Agâh (bundan böyle Yahya Kemal) genç bir aydın olarak “Asya ahlakından mütenneffir”dir.[3]

Yahya Kemal 1903 yılında Avrupa’ya Şekip Bey’in gemi kaptanına yazdığı bir mektup yardımıyla kaçmıştır.[4] Kendisini Paris’e çeken sebeplerden birinin Jön Türk hareketinin cazibesi olduğunu söyleyen Yahya Kemal, çok geçmeden hayal kırıklığına uğrar. Orada Jön Türk hareketini “fikir sahasında hiç, fiil sahasında yine hiç” olarak bulur.

Burada hatırlatmak gerekir ki, birkaç kelime Fransızca bilerek Paris’e giden bir Osmanlı için iddialı bir çıkış gibi görünür. Burada Jön Türklerle ilişkisi bir süre devam eder, ancak öğrenci ve entelektüeller semti olan Quartier-Latin’de bulduğu edebiyat meclisleri onu daha çok alâkadar etmeye başlar.

Paris’e gitmeden önce zevki Servet-i Fünun şiirini aşmayan bir şiir heveslisi, bir amatör olan Yahya Kemal, yavaş yavaş Fransız şiirini tanımaya başlar. Victor Hugo‘yu, Theophile Gautier‘yi, de Bonville’i okur ve nihayet koyu bir Baudelaireperest olur.[5]

Gerek Abdülhamit devrinin son yıllarında, gerek 1908-1912 arasında Paris’te ve Avrupa’da birçok Türk edebiyatçı bulunmaktadır. Ali Kemal, Hüseyin Siret, Abdullah Cevdet, daha gençlerden Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi Hisar gibi isimler bunlardan birkaçıdır.[6]  Bu, bir şair olarak Yahya Kemal’in ilk devir sanatının araştırma evresidir.[7] Bu dönem ayrıca Sciences Politiques’te siyasal bilimler öğrenimine devam etmektedir.

Burada Albert Sorel’den tarih dersleri alır ve Türk milletinin tarihine merak salıp o dönem popüler tarihçiliğin önde gelen isimlerinden biri olan Leon Cahun okumaya başlar.[8] Milliyetçilikle ilgili fikirleri bu dönemden sonra değişmeye başlar ve tarihte milletlerin sürekliliği (daimicilik: perennialism) fikrini benimser.[9]

Dokuz yıl Avrupa’da yaşadıktan sonra, Yahya Kemal 1912’de İstanbul’a döner. İstanbul’da ilk olarak akranı Yakup Kadri’yle tanışır ve ikili, uzun fikir alış-verişlerinden doğan Nev-Yunanilik adlı Yeni Hellenistik tarih yorumunu heyecanla benimser. Ancak bu sevdadan kolayca vazgeçeceklerdir.

Zira dönemin politik şartları, yani 1912 yılında başlayan Balkan Savaşı sırasında, yine aynı jenerasyona mensup olan Ömer Seyfeddin, Tanin’de neşredilen “Boykotaj Düşmanı” hikâyesinde, Nev-Yunanilik fikrini eleştirmiş ve Yahya Kemal ile Yakup Kadri‘yi Yunan donanmasına iane toplayan ve onlara hizmet eden iki adam gibi göstermiştir.[10] Sonrasında her iki isim de, tıpkı Ömer Seyfeddin gibi, Milli Mücadelenin ve İstiklal Harbinin önemli savunucuları ve Anadolu coğrafyasını merkeze alan bir milliyetçiliğe yönelecektir.

***

Şark, Baudelaire’in anlattığı “Bitişik Odalar” gibidir. Birisinin debdebe ve güzellikleri içinde uyur, öbürünün sefaletinde uyanırız. Yahya Kemal bu büyülenmeyi kaybetmemiştir.[11] Yahya Kemal’in üzerinde etkisi büyük olan isim sadece Baudelaire değildir, örneğin aşağıda Yeni İnci Mecmua’sından aktardığım yazıdan da görülebileceği üzere, onun fikirleri üzerinde “Türk dostu” Pierre Loti’nin de etkisi büyüktür ve bu birçok metninde kolayca görülür.[12] 

Yahya Kemal üzerine yakın geçmişteki en önemli biyografi çalışmasını yapan Beşir Ayvazoğlu da bu etkiyi doğrular. Doğrusu, Yahya Kemal’in eski medeniyetimizi ve Müslüman Türk toplumunu değerlendirme biçiminde hemen sezilmeyen, fakat üzerinde biraz durunca içimizde gizli bir rahatsızlık yaratan bir Pierre Loti’lik yok değildir.[13]

***

Irvin Cemil Schick, Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekânsallıkın Türkçe baskısının önsözünde, “Batı’nın siyasi ve kültürel Öteki söyleminin, Öteki’nin ötekiliğinin cinsellik ve/veya cinsiyet üzerine temellendirilmiş bazı muhayyel farklılıklarla pekiştirilmesi olmuştur”[14] der ve çalışmaya başlarken amacının Ortadoğulu kadınların Batı söylemindeki erotikleşmiş imgelerini araştırmak olduğunu söyler. Peki, bunu yapan sadece Batılılar mıdır? Yani Doğu kadınını erotikleştiren ve egzotikleştiren sadece Batılılar mıdır?[15]

Aşağıda görüleceği üzere, Yahya Kemal’in “Yeni Türk Kadını” hakkındaki tutumu bir Oryantalistin Doğu kadını hakkındaki tutumundan pek de farklı değildir. Yeni İstanbul hanımlarının Eski İstanbul hanımlarının giyim kisve kuşam tarzını, yaşam pratiklerini yeniden takip etmesini ister.

Bunu dindar veya muhafazakâr bir bireysel ideolojik evrene sahip olduğu için yapmadığını, Beşir Ayvazoğlu ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdıkları üzerinden çıkarabiliriz.  Bunun sebebi Batılıların gözündeki Osmanlı kadını imgesinin sürekliliğini sağlamak olabilir. Batılının beğenisi burada öncelik arz etmektedir. Kaldı ki, bu dönemde Batı imgeleminde yer alan Doğu kadını imgelemi bir yığın Osmanlı entelektüelinin boğulan seslerine rağmen yanlışlanmış ve en azından düzeltilmeye çalışılmıştır.  

Yahya Kemal ise İstanbul kadınının sihir ve efsununu kaybetmesinden korkmaktadır. Sömürgeciliğin meşruiyet kaynağı olan kanondan ve kişilerden referans vererek İstanbul kadını imgesinde bir süreklilik sağlamak ister, böylece Oryantalist imge, Yahya Kemal’in onu araçsallaştırmasıyla iyice pekişmiş olur.

O da, tıpkı diğer Oryantalistler gibi, eski Türk kadınını egzotikleştirir ve Türk kadınının “eskisi gibi” egzotik kalmasını ister. Bahsettiği eski Türk kadını ise kendisinin yaşamadığı bir zaman diliminde yaşamış kadınlardır. Bahsettiği meçhul “eski” ne zamana tekabül eder, bu net değildir ve belki de kasten meçhul bırakılmıştır. Kadınların “millî bir siyâkda terakkî” etmesini ister, ancak o millî siyâkda mübhemdir.

Diğer yandan Yahya Kemal’in Oryantalizminin iki vecheli olduğunu görürüz. Bahsedilenden ayrı olarak Yahya Kemal bir Osmanlı Oryantalizminin de taşıyıcısıdır. Selim Deringil, Osmanlı reformlarının, Avrupa’nın askeri ve teknolojik üstünlüğüne bir tepki olduğu kadar Avrupalı temsillerle buluşma ve bu temsillerin büyük oranda bilinçsizce içselleştirilmesi olduğunu söylemiştir.[16]

Osmanlı Türk fikir ve devlet adamlarının benimsediği bu içselleştirmeyle birlikte, hâkimiyeti altında bulunan Arap topraklarındaki Osmanlı-Türk yönetimini haklılaştıran medeniyetçi söylem içinde açık veya örtük olarak çerçevelenmiştir.[17] Osmanlı Devletinin elitleri, buna göre, Osmanlı olmayan, geri kalmış, emperyal reformun hedef kitlesi kadar reformun önündeki engel gözüyle de bakmıştır.[18]

Yahya Kemal’in zikrettiği Doğu kadınları “eski”, “Türk”, “İstanbul kadını”na hayrandır. Oysa ne ilginçtir ki, mezkur giyim tarzı Mısırlı zengin hanımların İstanbul’a gelip paşa hanımlarının ve üst-orta sınıfın giyim tarzını değiştirmesiyle başlamıştır.[19]

Yahya Kemal’in yazısında ise diğer Doğu kadınları İstanbul kadınlarına hayranlık duymaktadır, çünkü onlar ulaşılması gereken bir seviyeyi temsil etmektedir. Bu ezberle Yahya Kemal, Doğu kadınlarını tasnif edip onlar arasında hayalî bir hiyerarşi kurmuştur. Bu hiyerarşiyi kurarken de İstanbul kadınını, Paris kadınıyla eşitlemiştir.

Peki, aşağıda Latin harfli Türkçeye çevirisini paylaştığımız bu yazıyı yazarken Yahya Kemal, kendi doğum tarihinden kısa bir dönem öncesinin İstanbul’unu, gerek Cevdet Paşa’nın eleştirerek resmettiği Tanzimat Çağının ruhunu, gerekse ondan öncesini ve kendisinin de içine doğduğu 1880’lerin toplumsal manzarasını bilmiyor muydu? Hiç şüphesiz, biliyordu. Biliyor ve estetik bir mâzi yaratmak uğruna, hakikati şairliğinden aldığı güçle esnetiyor; Türk milli kimliğine vurgunun önemli bir referansı olarak Türk kadınını parlatmak istiyordu.

Türk kadınını diğer Şarklı toplumların kadınlarından öne çıkarmaya çalışmasıyla onu Batı’nın merkezindeki Parisli kadınlara denk sayması çift yönlü bir konumlan(dır)ma çabasının ifadesiydi. Türklüğe kadınlar üzerinden böyle bir romantik tını veren şair, Şarkı Şarklılaştırarak Türklerin konumunu Batılılaştırmayı amaçlıyor gibidir.

Yakın Doğu’dan nazikçe ayrışıp “Türk istisnailiği”ni göstererek Avrupalı hissetme arzusu, ancak bunu yaparken de olabildiğince Türk kalma çabası Beyatlı’da olduğu kadar, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi Hisar ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi diğer büyük edebiyatçılarımızda da görülür.

Tarihin, toplumun, coğrafyanın estetik bir müdahaleyle Şarktan ayıklanması, okurlarına ulus bilincini aşılamışsa da, çarpık bir tarih ve kültür yorumu olarak kayda geçmiştir.    

***

Yeni Kadınlığa Dair Musahabe[20]
*Yahya Kemal’in Yeni Kadınlığa Dair Muhasebe başlıklı yazısının olduğu sayfalar, Yeni İnci Mecmuası

İstanbul’un Türk kadını tali’n sevkiyle nasıl yüksek bir derecede bulunduğunu bilse, hemen alafrangadan yüz çevirir, başka türlü güzel, başka türlü soylu, başka türlü şık, başka türlü câzibeli, hâsılı başka türlü bir kadın olur.

Romalı kayser, Roma’nın başına geçmeden evvel— İtalya dağlarından geçerken bir gün, uzakta (8) bir köyceğiz görmüş, yanında at başı beraber yürüyenlere demiş ki “Roma’da ikinci olmaktansa bu köyde birinci olmak isterim”. Kayserin bu sözü hanımlarımızı biraz düşündürebilir.

 İstanbul hanımları daha elli sene evveline kadar Şark âleminin en üst tabakasında bulunuyorlardı; güzellikleri, incelikleri, zariflikleri, reftarleri,[21] Türkçe söyleyen şiveleri, terbiyeleri,  hâsılı bir çok meziyetleri her yerde hayranı ile yad ediliyordu: Mısır, Tunus, Kafkas, İran, hatta Hindistan şehirlerinden Müslüman kadınları, Efrenk[22] diye İstanbul kadını görüyorlardı.

Türk kadını o zaman, Avrupa kadınlarının nazarında “Parisli kadın“ ne ise, Asya kadınlarının nazarında o idi; hatta ondan fazlaydı. Türk kadını alafrangalaşmağa başladığı günden sonra, bu yüksek mevkini yavaş yavaş kayıb etti, öyle görülüyor ki büsbütün de kayıp edecek; bir zaman sonra Şark âleminde, Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp, Hırvat kadınlarıyla bir sınıfda, belki de onlardan da dûn[23] bir derecede görülecek.

Parisli, Viyanalı, Amerikalı kadınlar kendilerini medenileşmemiş Rum ve Ermeni kadınlarıyla bir derece de tutarlar mı? Hiç bir zaman! Eğer İstanbul’da henüz Türk kadınını beğeniyorlarsa, bu tercih iki sebepten ötürüdür. Biri, çünkü Türk kadını henüz merakı cezb ediyor. Öteki de ne kadar olsa mâzideki hâl ve şânını büsbütün kayıp etmemiştir. Fakat biraz zaman daha geçerse bir taraftan Avrupalıların bu merakı zâil olur, diğer taraftan İstanbul hanımları mâzideki hâl ve şânlarını kayıb ederler, birer Frenk kuklası olurlar.

Pier Loti’nin yeni İstanbul kadınlarına dair meşhur romanda hanımların anlayacağı hazin bir mânâ vardı. Fakat o romanın bu hazin mânâsını değil, hatta unvanını bile pek anlayamadık; Pier Loti’nin “desenchante kızlar” tesmiyesini biz “nâ-şâd kızlar” gibi tamamiyle yanlış bir tercümeyle bozduk.

Pier Loti, “desenchante kızlar” derken, alafrangalaşarak, İslam hareminin sihir ve efsûnunu kayıb eden Türk kadınlarından bahs ediyordu. Eğer dünyanın dört köşesinde herkesin mânâsını anladığı bu meşhur tesmiyeyi doğru bir tarzda tercüme edersek “sihir ve efsûnunu kayıb eden kızlar” demek lazım gelir.

İşte Pier Loti’nin yeni Türk kadınına verdiği bu sıfatlar, Türk âleminde büyük bir hâdiseyi keşf etti. O, bu hâdiseyi keşf ettiği zaman, biz Avrupa medeniyetinin hasretiyle yanıyorduk; hikâye nüvislerimizin, Hüseyin Rahmi Bey gibi heccav olanları Türk kadınını tramvaylarda yaygaracı, İstanbul’un iç mahallerinde gürültücü, konaklarda gülünç, Halid Ziya Beğ gibi şair olanları ise Avrupa bebekleri kılığında birer hayalî mahlûk olarak tahayyül ediyorlardı. Bizim bu dalgınlık devremizde İstanbul kadınlarının sihir ve efsûnu zâil olmağa yüz tuttu.

Abdülhamid ve Abdülaziz devrelerinde İstanbul’un Türk kadını çok değişmiş, bugünkü tabirimizle çok asrîleşmiş, çok tekâmül etmişti. Eski kadınlardan çok farklıydı, Mısır saraylarındaki kadınlar İstanbul’u tahayyül ederler, İstanbul kadınını İslam âleminin güzellik numunesi olarak severlerdi.

O zaman İstanbul’a seyahat etmiş olan en güzide Avrupa muharrirlerinin eserlerinde de İstanbul kadınına böyle hayranî görülüyor. Ben zannederim ki O tekâmül-i tabiî yolunda devam etseydi bugün Türk kadını yine bugünkü kadar âzâde ve hür bir mevkide bulunur, fakat bugünkü gibi bir Avrupa kuklası olmaz, sihir ve efsûnunu muhafaza ederdi.

Bu tabiî’ yoldan inhiraf[24] mürebbiyeler, Sevr mektebleri, Kollaclar[25] ve bizim kendi elimizle yazdığımız Efrenç romanları yüzünden oldu.

Bugün İstanbul’un tamamiyle alafranga kibarlıkta en ziyade mümtaz hanımlarını göz önüne getirdim; farz-ı mahal, bütün Türk kadınları bu hanımlar gibi olsalardı Türk milleti kırk elli sene sonra kurre-i arz üzerinde yok olurdu. Çünkü yetişecek nesil Türkçeyi unutur, Türklüğün dinî, millî, ırsî, her türlü hassalarından mahrum olarak yetişir; renksiz bir halita[26] halinde tecelli ederdi.

Bu halitaya Frenklerin “Levanten” dedikleri karışık unsurun kadınlarını ve erkeklerini teşbih etmek de caiz olmaz; çünkü o “Levanten”leri birer mezhebin birer kilisesi ne kadar olsa, birer cemaat halinde tutuyor. İslamiyetin kilisesi olmadığı için Türk “Levantenler”i şimdiye kadar beşeriyette misli görülmemiş bir kukla olurlar.

Menfî bir tarzda tenkidi uzatmak faide vermez. Millî ruhunu tamamiyle kaybetmiş pek mahdud bir sınıftan maada bütün müterakkî Türk kadınları ve erkekleri bugünkü revişi[27] beğenmiyorlar: Hasretle arzu ediyorlar ki kadının terakkîsi millî terakkî olsun. Fakat muamma işte! Bu kelimededir “millî bir siyâkda terakkî nasıl kabil olur?

Ben bu fikirdeyim ki olan şeyler hep arzu, heves ve ihtiras sevkiyle oluyor. Mesela bugünkü alafrangalığı hep arzu, heves, ihtiras bu dereceye çıkardı.

Eğer alafrangalıkta modadan düşmeye başladığı bu sıralarda, millî hissi olan İstanbul kadınları, Garb kadınlarının mukallidi olarak son sınıfta bulunmakdansa, İslam âleminde birinci olmak arzusuna, hevesine, ihtirasına kapılırlarsa, yalnız bu hislerin sevkiyle, derhal büyük bir inkılab başlar, Türk kadını nasıl ki bir zamanlar haremde güzeldi, bugün de “Hürriyet”de o kadar güzel olur.

Bu yeni ihtirasın sirayetinden bir az vakit sonra görürüz ki kisvede yaşayışta, eğlenişte, her şeyde zevk ve çeşni değişmiş, bütün hayata Şarkın, İslamın, Türklüğün zevkleri sinmiş. Türk kadını eski sihir ve efsûnunu bulmuş.

Bu fikri dostlarıma söyledim, bana dediler ki; “Alafrangalığa heves çarçabuk semere verdi. Çünkü Efrenk mevcuddu. Taklit edince Efrenge az çok benzedik. Fakat şimdi ortada o Efrenk yok. Türk kadını pek büyük bir yaratıcı kudrete mâlik olmalı ki Şarkın, İslamın, Türkün dağılmış olan zevklerini sezsin, o zevkleri benimsesin.

Ortaya yeni bir kadın numunesi koyabilsin.” Bu müşahededeki doğruluk bizi meyus edecek kadar kat’i değildir. Kadını bu inkılabda yalnız bırakmamalı. Hikâye nüvisler, ressamlar, bedayat meraklıları bir taraftan fikirlerle yardım ederlerse kadın bu yeni Efrengi pek kısa bir tekâmülden sonra yaratır.

 

 

Dipnotlar

1. Beşir Ayvazoğlu, Eve Dönen Adam, İstanbul: Ötüken Yayınları s.21
2. a.g.e., s. 23.
3. a.g.e., s. 24.
4. a.g.e., s. 24.
5. a.g.e., s. 27.
6. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1962, s.72
7. a.g.e., s. 75.
8. Ayrıntılı bilgi için bkz. David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), İstanbul: Kesit Yayınları, 2009.
9. Bu anlayış hakkında daha fazla bilgi için, Anthony D. Smith, Etno-Sembolizm ve Milliyetçilik, çev. Bilge Firuze Çallı, İstanbul: Alfa Yayınları, 2017, s. 13-36.
10. Ayvazoğlu a.g.e., s. 38 Ayrıca bkz. Ömer Seyfettin, Hikayeler I. haz. Hülya Argunşah, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017, s. 380-388. Ömer Seyfettin, “Boykotaj Düşmanı” Tanin (1914), s. 3-4.
11. Tanpınar, a.g.e., s. 24.
12. Zeynep Çelik (der.), Avrupa Şark’ı Bilmez: Eleştirel Bir Söylem (1872-1932), İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2020. Pier Loti (ya da Pierre Loti), dönemin birçok entelektüeli ve yazarı tarafından eleştirilse de, Yahya Kemal tarafından sahiplenilmiştir. Kitapta da yer verilen isimlerden Tevfik Fikret, Ömer Lütfi, İzzet Melih, Nazım Hikmet, Ahmet Haşim gibi farklı nesillerden ve farklı düşüncelerden yazarlarca eleştirildiği görülmektedir.
13. Ayvazoğlu, a.g.e, s. 41.
14. Irvin Cemil Schick, Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekânsallık, çev. Savaş Kılıç, Gamze Sarı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2001, s. V.
15. Afsaneh Najmabadi, “The Erotic Vatan [Homeland] as Beloved and Mother: To Love, to Possess, and To Protect” s. 444.
16. Selim Deringil, The Well-Protected Domains, Londra, I. B. Tauris, 1999, s. 165.
17. Ussama Makdisi, “Osmanlı Oryantalizmi”, çev, Aytaç Yıldız, içinde: Oryantalizm: Tartışma Metinleri, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2014, s. 274.
18. a.g.e., s. 275.
19. Ahmet Cevdet Paşa, Tezakir 13-20, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1960.
20. Yahya Kemal, “Yeni Kadınlığa Dair Musahabe”, Yeni İnci, S.2, Temmuz 1922, s. 3-4.
21. Far. reften: gitmek
22. Efrenk, Efreng, Efrenç= Frenk, yani Avrupalı.
23. Aşağı
24. Bulunduğu yönden başka bir tarafa doğru meyletme, sapma, dönme.
25.Kolejler.
26. Karışım.
27. Gidiş.

Kapak görseli: Yeni İnci Mecmuası

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir