Karanlık Aydınlık
“Ne de olsa bazen kim olduğumuzu bulmamız için kendimizi kaybetmemiz gerekir.” Merve Rana Aydın’dan Paulo Coelho’nun Aldatmak kitabı üzerine bir deneme: “Sevgi” üzerine.

Modernleşme süreciyle beraber geleneksel insan ilişkilerinin zayıfladığı, kişilerin giderek yalnızlaştığı ve buna bağlı olarak insana manevi güvenlik hissi veren sosyal değerlerin yerini bir tür değersizleşmeye ve yabancılaşmaya bıraktığı söylenegelmektedir.

Bu kuramı doğrular şekilde her geçen gün insanların ne kadar samimiyetsizleştiğine ve bitmek bilmez sitemlerine tanıklık ederiz. Hiçbir şeyden memnun olmama, hayal kırıklığı, öfke ve üzüntüyle harmanlanan duyguların günden güne arttığı artık kaçınılmazdır. Başlıca popüler kültür araçları olan sinema ve edebiyat dünyasında da bu olgunun farklı yönlerini ele alan çalışmalara sıklıkla rastlayabiliyoruz.

Huzur, sevgi ve maneviyat arayışı en çok işlenen temalar haline gelmeye başladı neredeyse. Bunun nedeni hayatlarımızın otomatikleştiği mi yoksa beklentilerimizin tam olarak karşılanmaması mı? Ya da hayattan ne istediğimizi bilememek mi? Dünya edebiyatının en çok okunan yazarlarından Paulo Coelho da bugüne kadar yayınladığı kitaplarından farklı bir çizgiye sahip Aldatmak’ta bu konuya değiniyor. Modern şehir kadını Linda’nın kendini bulma yolculuğunu felsefi bir yaklaşımla ustaca anlatıyor yazar.

*Aldatmak, Paulo Coelho – Can Yayınları

Hepimizin bireysel olarak zaman zaman tecrübe ettiği bu modern insan bunalımının nedenleri hakkında çok şey söylenebilir. Muhafazakâr bir çerçeveden bakıldığında insanın manevi değerlerden yoksunluğu kaçınılmaz  olarak kişiyi boşluğa ve anlamsızlığa sürükler iddiasına karşılık bu durumun maddi imkanların artmasıyla beraber bir çeşit burjuva hastalığının sonucu olduğunu savunmak da mümkün.

Şahsen bu yaklaşımlardan hangisinin daha açıklayıcı olduğu hususunda karar vermekte güçlük çekiyorum. Meseleye bilişsel ve ruhsal bir hastalık veya depresif bir vaka gibi bakan yaklaşımları önemsemekle beraber, tıpkı Coelho gibi, sevginin değerini ve kadrini bilmenin sorunu büyük oranda aşmanın anahtarı olduğu kanaatindeyim.

Sevgi tek başına soyut bir kavram olarak görülmemeli. Merhamet, özveri, saygı, duyarlılık ve empati gibi, sevgiyi besleyen ve adeta sevginin olmazsa olmazları olan kavramların çok önemli olduğunu belirtmek gerekir. Günümüz insanı sevgiyi salt yapay sevgi sözcükleri sarf etmek olarak görebiliyor. Örneğin, eşlerin birbirlerine aşkım, cicim, hayatım gibi sıfatlarla çağırması sevgi için yeterli bulunabiliyor. Oysaki, sevgi bu sözcüklerin çok daha ötesinde insanın kalpten ve tüm varlığıyla özümsemesi gereken duyguların ifadesidir.

Mevlana’nın sevgi için söylediği şu sözler anlatmak istediğimi şairane bir şekilde ifade etmektedir: “Sarılmayı bilir misin? Sahiplenmeyi, sahiplendiğinde sadık kalmayı? Sen bilir misin âşık olmayı? Bölünebilir misin ikilere, üçlere, gerekirse binlere? Yapabilir misin? Gerçekten sevebilir misin? Sevmenin demesi olmaz.” Gerçekten laf olsun diye, dostlar alışverişte görsün diye sevgi gösterisi kişiyi daha da yabancılaştıran ve yalnızlaştıran bir duyguya sürükleyebilir. Sevgi insan için manevi boşluğunu dolduracak, onun yaşamaya sıkı sıkı tutunmasına yardımcı olacak ve bir çeşit hayat yoldaşı olacak bir rehbere dönüşmedikçe, kişi aslında sevgiyi tanımıyor demektir.

Roman kahramanı Linda, sevgiyi dışarılarda, ötelerde, kendinden uzakta arama yolunu seçerek esasında nasıl yanlış bir tercih yaptığını bir takım bedeller ödeyerek anlıyor. Bazen yanı başımızda, içimizde, kalbimizde olanı görmeyip sırrın Kaf dağının arkasında olduğu sanrısına kapılırız. Oysa, muhtaç olduğumuz şeyin benliğimizin ta derinlerinde bulunduğunu, kendi gerçeğimizi kavramanın bir çok sırrın anahtarı olduğunu gözden kaçırırız.

Evet, hakikatin sırrı kendi özümüzde saklı. Yeter ki onu özümsemeyi ve ondaki güzellikleri keşfetmeyi bilelim. Belki de içimizdeki bu hazineyi keşfetmek için bazen kendimizi kaybetmemiz gerekiyor. İnsan sahip olduğu güzellikleri kaybettiğinde daha iyi anlıyor. Misal, bir çoğumuzun en büyük hayali zengin olmaktır. Hiçbirimiz iki gözümüzü kaybetmek karşılığında tüm dünyanın serveti teklif edilse kabul etmeyiz. Demek ki gözlerimizde tüm dünya servetini taşıyoruz, fakat bunun farkında bile değiliz.

Sahip olduğumuz sonsuz sevgi kaynağını fark etmeyip uzaklarda aramak da gözlerimizin zenginliğini kavrayamamak gibi. Coelho bu durumu güzel özetliyor: “Ne de olsa bazen kim olduğumuzu bulmamız için kendimizi kaybetmemiz gerekir.”

İnsanın kendini kaybetmesine yol açan en önemli nedenlerden birinin de,  kıyaslama ve karşılaştırma yapılması olduğunu düşünüyorum. Çoğu mutsuzluğumuz kendimizi sürekli başkalarıyla ve dışımızdaki görece mutluluklarla mukayese etmemizden kaynaklanıyor. Bu durum, bir türlü kendi gerçeğimizi kabullenmemek ve bir nevi kendimizle barışık olmamamıza sebep oluyor. Sürekli kıyas yapmanın adeta şeytani bir duygu olduğu söylenebilir, çünkü kıyas beraberinde kıskançlık, çekememezlik ve öfke gibi hisleri de getirmektedir.

Bütün bunlar kişiyi kendi iç enerjisine yoğunlaşmaktan alıkoyup depresif bir ruh haline sürükleyebiliyor. Sevgi ve empati yoksunluğunun da en belirgin nedeni de bu olsa gerek. Büyüklerimiz kıskançlık yerine gıpta etmenin veya bir başka deyişle öykünmenin daha doğru olduğunu söylerler. Çünkü öykünmek kendini başkalarının yerine koyup onların sahip olduğu güzellikleri takdir etmek anlamına geliyor.

Neticede, başladığımız yere geri geliyoruz. Kişi kendi iç enerjisine yoğunlaşıp sahip olduğu hazineyi keşfedebilirse, başka insanların sahip olduğu güzelliklere hırsla düşman olmak yerine o güzelliklerden istifade etmeyi önceleyecektir. Bu da, düşmanlıkları ve kini bir tarafa bırakıp karşılıklı sevgi paylaşımlarını beraberinde getirecektir. Sevgi paylaşıldıkça büyüyen ve zenginleşen bir duygudur denmesi boşuna değil. Gerçekten insan sevginin gücünü başka insanlara aktardıkça daha iyi kavrıyor. Sahip olduğumuz cevheri çevremize yaydıkça mutluluğumuzun arttığını görebiliyoruz.

Sonuç olarak, modern insanın bunalımının yegane çözüm kaynağı sevgiden geçmektedir. Coelho’nun deyimiyle “sevmek köleliği özgürlüğe dönüştürmektedir”. Kişi farkında olmadan kendi esaretini ve zindanını kendi oluşturuyor. Bu sarmaldan kurtulmanın yolunu dış dünyanın bilinmezlerinde, dehlizlerinde ve kuytularında arıyor.

Halbuki aradığı iksir bu kadar uzaklara gitmeyi hiç gerektirmeyecek yakınlıkta hatta yanı başında olabilir. Yeter ki insan kendi iç yolculuğuna çıkabilme cesareti ve kararlılığı gösterebilsin. Çoğu zaman iç yolculuğa çıkmayı bir korkaklık ve risk olarak görebiliyoruz. Bunu adeta bir ruh hastalığı ve psikopatlık olarak algılayabiliyoruz. Oysa, tam aksine yolculukların en güzeli bu olsa gerek.

Ancak bu yolculuğun sonunda insan aradığı mutluluk kaynağı ve huzur anahtarını bulma fırsatı yakalayabilecek. Bunun garantisinin olup olmadığını bu seyahate çıkmadan bilmemiz imkansız. Hayatta olmadık risklere katlanabilen insan bu denli değerli bir sonuç için bu riske neden katlanmasın? Sonuç hüsran ve hayal kırıklığı da olabilir. Tünelin ucundaki ışığı görene kadar yola sabırla devam etmeli. O ışık belki kişinin kurtuluş reçetesi olacak, bilinmez. Ama, mutlaka denemeye değer.

 

KAYNAKÇA

Coelho, Paulo. Aldatmak. Çeviri, Emrah İmre. Can Yayınları, 2014

Kapak görseli: Valentini Mavrodoglou
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir