Karanlık Aydınlık
Kübra Arar’dan; yaşını başını almış, ununu eleğini asmış, kendi halinde kızının evinde yaşayan Münire Hanım’ın gelgitli zihninin köpük köpük sulara karışıp, geçmişin sokaklarında uçan halı misali gezinmesi üzerine bir öykü: Münire Hanım

“Aysel, kız Aysel! Bak duyuyor mu hiç beni. Zaten ne zaman çağırsam duymaz babası kılıklı” diye söyleniyordu Münire Hanım. Bugünlerde oturduğu koltuktan oraya buraya bağırıyordu sadece. Ah bir kalkabilse yerinden kimselere muhtaç olmayacaktı ya, kör olası varisli, şişkin ayakları izin vermiyordu bir türlü.

İki adım bile gidemiyordu doğru düzgün artık. Eskiden iki dakika yerinde duramazdı. Bundandı başına gelenler demek.(Ah bir de şu Aysel’e duyurabilse sesini!) Kocası da böyleydi. Son yıllarında adam iyiden iyiye sağır olmuştu. Bir söylediğini bin kez tekrar ediyordu. Ondan mıdır nedir şimdi Münire Hanım bir söylediğini iki kez tekrar etmez olmuştu. Sadece kendi kendine konuşur dururdu. Hâlâ gelmedi diyordu Aysel için. (Kim bilir neler yapıyordu). Bilerek duymamazlıktan geldiğini düşünecekti neredeyse. Tam o sırada çıkageldi Aysel de, düşünceleri havada kaldı. Aysel kapıdan kafasını hafifçe uzatarak annesine baktı.

“ Ne oldu anne. Gene ne istiyorsun?” dedi. Sesinden bıkkınlığı anlaşılıyordu. Münire Hanım da sezmişti ama ses etmedi.(Etsem ne olacak ki?) Aysel’den daha iyi bakanını mı bulacaktı? Bugüne bugün kendi kızıydı. Birkaç kez ağzını aramak için “beni huzurevine yatırın” demişse de bu görüşü tartışmaya bile açılmadan kapanmıştı.

“Sıkıldımdı da kızım. Şu televizyonu açıver diyecektim,” dedi en masum bakışıyla. Yaşlılığın verdiği bir bakıştı bu. Eskiden ateş gibi bakardı gözleri. Şimdi sadece külleri kalmıştı o gözlerinin. Kumandayı işaret etti. Anlamıyordu teknolojik şeylerden. Televizyonu da çok sevdiğinden değildi istemesi. (Oyalıyor bu meret beni kim ne derse desin.) Aysel ufak bir iç çekişten sonra açık balkon kapısını işaret etti.

“Anne, evin tüm halılarını kaldırdım. Aradım yıkamacılar gelecek birazdan. Televizyonu açmayalım şimdi. Kapıyı, pencereyi duymayız. Hem senin de kulağın onlarda olsun. Bana haber edersin duyarsan. Sonra açarım ben sana onu, olur mu?” dedi.

Aysel annesinin kapıyı ya da pencereyi duymayacağını biliyordu, ama onu oyalamak için aklına bundan daha iyi bir fikir gelmemişti. Şimdi televizyonu açarsa annesinin kulakları duymadığı için sesini sonuna kadar açacak, zili de işe dalınca duyamayacağını düşünüyordu. Zaten ikide bir çağırıp durduğu için zar zor bitirebiliyordu işlerini.

Münire Hanım gülümsedi. “Tabii kızım yaparım. Dur hatta beni balkona çıkart, göreyim geldiklerini,” dedi heyecanla. Münire Hanım şu evde bir işin ucundan tuttuğunda kendince çok mutlu oluyor, içi biraz rahat ediyordu. Bu yüzden hemen harekete geçmek istedi. Aysel elindeki ıslak temizlik bezini sehpanın üzerine koyup annesinin kalkmasına yardımcı oldu.

Devridaimdi bu işler. Zamanında nasıl Münire Hanım kızının elinden tutup yürütüyorduysa şimdi de kızı onun yürümesine yardım ediyordu işte. Allahtan balkonu caddeyi boydan boya görüyordu. Buradan rahatlıkla görebilirdi yıkamacıları. Aysel’e minnettar gözlerle baktı.

Şehrin en güzel yerlerinde oturuyorlardı. Manzarası birçok eve göre güzeldi. Kocası öldüğünde onu buraya getirmişlerdi. Allah var bir günden bir güne kızı evde yabancı gibi hissettirmemişti onu. (Hemen de alışıvermişti buraya.) Ona balkonlu bir oda bile vermişlerdi. Yazları gün boyu burada oturur gelip geçene bakardı. Şimdi son zamanlarda çıkamaz olmuştu balkona. Hep birilerinin yardımı gerekiyordu. Şimdi hazır balkona çıkmışken kulak kesildi etrafa. Gelip geçenlere, arabalara bakıyordu. Sonra buraya niye geldiğini hatırladı. Yıkamacıları düşündü. “Halı yıkamak için bile adam tutuluyor demek ki artık” dedi içinden. Aysel onun oturduğu odanın da halısını toplamıştı. (Hiç fark etmemişti.) Püsküllü İran halısının desenlerine artık o kadar alışmıştı ki, gözü takıldığı her seferinde baştan sona içinden sayıyordu.

“kırmızı çiçekli daireler, yeşil yapraklı kareler, beyaz güller”

Zihninde halıyı gözünün önüne getirmeye çalıştı. Başaramadı. İçten içe huzursuzlandı. Neydi bu böyle. Yaşlanıyor muydu yoksa? Tabii yaşlanıyordu. Baksana şu haline dedi kendine, balkondaki camın yansımasından. Yüzü üç gün dışarıda bırakılmış meyveler gibi buruşmuştu. İki adımlık yeri bile tek başına yürüyemeyen insana yaşlı denmez de ne denirdi ya?

Halının gidişini bile fark etmemişti. Acaba kendi gidişini de fark edemeyecek miydi? Bir gün gelecek ve değişecek miydi her şey? Ne değişmedi ki bu dünyada ki kendisi kalacaktı aynı. Misal şu gelmesini beklediği yıkamacı da neyin nesiydi? Eskiden herkes kendi halısını kendi yıkardı.

Mahalle aralarından yıkardı tüm yolları köpük köpük akan sular. Şimdi yap bakalım öyle bir şey de nasıl şikâyet ederlerdi seni. Bir anda geçmişindeki o günlerin kokusu geldi burnuna Münire Hanım’ın. Sabahki halıyı hatırlayamayan Münire Hanım kırk sene öncesini daha dün gibi hatırlıyordu şimdi.

Nasıl unuturdu ki anasının seslenişini? O zamanlar büyükler seslendi mi hemen koşulurdu. (İkinci kez bağırttırmak ayıp kaçardı.) Koşa koşa taşlığa çıkışını, terliklerinin sesini duyuyordu Münire Hanım kulaklarında. O güne geri dönmüştü sanki de anası yine sesleniyordu ona.

“Buyur ana, bir şey mi var?”

“Ne yapıyorsun? Hadi gel, teyzenler yoldadır gelirler şimdi.”

“Yemeği karıştırıyordum. Geliyorum şimdi.”

Daha o zamanlar on ya da on iki yaşındaydı Münire Hanım. Mutfakta hızlıca yemeğin altını örtüp koşa koşa inmişti taşlığa. Yerine göre yemek yapacak kadar yetişkin, yerine göre de oyun oynayacak kadar çocuk olurdu. Onların zamanında her şeyin bir yeri ve zamanı vardı. Şimdi çocuk olma zamanıydı. Zira o gün halı yıkama günüydü. Bütün teyzeleri, yengeleri toplaşıp gelirlerdi onların evine. Çünkü onlar büyük dedesinin evinde kalıyorlardı ve en büyük taşlık da onlarınkiydi.

Kimi zaman avlu niyetine kullanılan bu yer o gün çeşit çeşit halıların serilmesiyle şenlik alanlarına benzerdi. Cümbür cemaat bütün kadınlar güle oynaya halı yıkarlardı. Boydan boya taşlığa serilmiş halılar önce güzelce bir ıslatılırdı. Münire Hanım şimdi sıklıkla duyduğu su kıtlığı haberlerini düşündükçe üzülmeden edemezdi.

O zamanlar kimse onlara bunlardan bahsetmemişti. Çünkü kuru yer kalmayana kadar tüm halılar sudan geçerdi. Çocuklar da hortumları annelerinden alabilirlerse birbirlerini ıslatmaya çalışır, ıslanan çocuklar çığlık çığlığa tüm taşlığı inletirdi. Ardından kadınlar getirdikleri kalıp kalıp sabunlarla bir ileri bir geri halılara sürttüre sürttüre ovarlardı. Deniz görmemiş çocuklar bu su bolluğunun içinde yüzerler, akşam eve gidince (çoğunlukla) karınlarının ağrısına uyuyamazlardı. Ama onlara söz geçmezdi, türlü türlü oyunlar icat ederlerdi kendilerince. Halılar köpürdükçe çocuklar kayar, kaydıkça dayak yerlerdi. Ama bu bile engel olmazdı çocuklara. Çünkü asıl oyun koca tahtalarla suyun çekimine gelince başlardı.

Halının bir köşesinden öbür köşesine kadar suyun çekilişi hep çok büyüleyici gelirdi Münire Hanım’a. Büyüklü küçüklü herkes birer tahta bulur ve bastıra bastıra suyu çekmeye çalışırlardı. Büyük bir ekip işiydi bu. Su ilk başlarda kirli akardı. Yorulanlar arada dinlenir, getirdikleri poğaça ve börekleri yiyip sohbete dalarlar, bu sırada çocuklar ellerinde kaptıkları tahtalarla oynar dururdu.

Halılar tekrar yıkanır, tekrar suyu çekilirdi. Artık ikinci veya üçüncü seferinde suyun bulanıklığı gider, temiz akmaya başlar, halının temizlendiğine öyle ikna olunurdu. Taşlıktan çıkan su o kadar fazla olurdu ki neredeyse tüm mahalle yıkanır, temizlenirdi. Sabun kokuları yayılırdı her bir yere.

Akşamüzerine doğru ancak biten bu tantana, birer yorgunluk kahvesiyle taçlandırılırdı. Ardından (kocalarının eve gelme saatine yakın) kadınlar bir dahaki sefer için sözleşip ayrılırlardı. Onlar giderdi ama taşlıktaki ve mahalledeki o sabun kokusu gitmez, uzun süre kalırdı orada.

Eskiden kalıcıydı bazı şeyler. Hep de kalacak zannederlerdi. Münire Hanım şimdi alıyordu o kokuyu ve sanki uzatsa ayağını ıslak bir halıya değecekmiş gibi hissediyordu. O kadar canlıydı ki hatırası, bir an gerçeklikle bağlantısı kopmuştu. Balkondan gelen sesleri duymadı.(Yıkamacılar gelmiş olmalıydı.) Münire Hanım hatırasından bir türlü çıkamıyordu. Sonra bir an geldi ve içinden saymaya başladı.

“Kırmızı çiçekli daireler, yeşil yapraklı kareler, beyaz güller”

Halının desenlerinde kaybolmuştu Münire Hanım.

Kapak görseli: Portre, Naci Kalmukoğlu

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir